Seksen bir basamak


Dışarıda yağmur var.Şemsiyemi unutmamalıyım,botlarımı bağlamayı da… Çantam? Berem? Anahtarlarım?

Hepsi tamam.
Kapıyı kilitle, anahtarı çantaya koy, inmen gereken şu seksen bir basamağa ilk adımını atmadan apartman ışığını yak. Ne kadar dik bu basamaklar. Bir, iki, üç; hatırlamak değil güç. Dört, beş, altı; hayatım bensiz kaldı. Yedi, sekiz, dokuz; bugün var, yarın yokuz. On, on bir, on iki…
Bugün ayın on ikisi… on iki mart; mart ve kediler; ara sokakta hep yanıma gelen tek gözlü kedi; gözünü çıkaran kedilerle beraber yaşadığı metruk binalar; cumbalı ahşap binalar. On altı, on yedi, on sekiz; 9 yılda tükettik kafiyeleri. Niye kirlenmiş bu merdivenler bu kadar? Kedilerden olsa gerek. Bastığım her basamak, narin topuklarımın altında kırılıp gidecekmişçesine iniltiler çıkarıyor. Ne sıkıcı şu ahşap merdivenler. Hele de yeşile dönmüş çiçekli-böcekli ferforje tırabzanları. Duvarlar daha bir dökük göründü gözüme. Işık sönüyor, ondan olsa gerek.
Yirmi altı, yirmi yedi, yirmi sekiz; dışarıda kaldığım o yağmurlu gece sığındığım eski köşkün merdivenleri de böyleydi sanki? Işık son saniyelerini oynuyor. Elimi uzattığım yerde lamba butonu yok, üzerimde hafif bir elbise uçuşuyor basamaklardan inmeye devam ederken, elimdeki kadehi aşağıda beni bekleyen misafirlerim şerefine kaldırıyorum. “Aaa! Mösyö Kapıtokmağı ile Madam Paspas da teşrif etmişler. Ne hoş.”
Otuz altı, otuz yedi, otuz sekiz; salona yaklaştıkça ışıklar ve sesler uzaklaşıyor. Yağlıboya tabloları andıran işlemeli tırabzanlarım siliniyorlar soğuk karanlığın içinde. Ellerimle duvarları yoklayarak ilerlemeye çalışıyorum, alnımdan yüzüme dökülen saçlarım, nefes alırken dudaklarımın çevresine sarılıyorlar. Üzerlerinden damlayan tuzlu suyun tadını alıyorum ama anlam veremiyorum. Yağmur ve ter… Bacaklarımı baldırlarıma kadar saran deri çizmelerim taş basamakları titretircesine basarken yere, sırtımı sütun olabileceğini düşündüğüm bir taşa yaslayıp, gittikçe ağırlaşan kıyafetlerimin altında ezilen bedenime bir nefes alma imkanı veriyorum.
Elli altı, elli yedi, elli sekiz; uzaktan bir ışık huzmesi seçiyor gözlerim. Burnumun direğini yerinden etmeye kararlı bir küf ve barut kokusu… Işığın kaynağını görüyorum; duvara asılı bir meşale, rüzgarlı koridorda son danslarını sergiliyor. Hemen yanında, üstüne tahtalar çakılmış pencereden içeri çiseleyen yağmur; taş duvarların arasında kendince tutturduğu bir yoldan koridorun tozlu yüzeyinde hareler oluşturarak toplanıyor. Nerdeyim? Basamakların aşağısından fısıltılar duyuyorum. Elim kabzasında ışıldayan kılıcıma uzanıyor.

Altmış altı, altmış yedi, altmış sekiz; fısıltılar duvarlara çarpa çarpa artıyor sanki. Anlayamadığım kelimeler, ağlamalar, inlemeler. Meşaleler seslerin içinde kayboluyor, kör karanlıkta adımlarımı saymaya devam ediyorum…

Yetmiş altı, yetmiş yedi, yetmiş sekiz; son üç basamağın olduğu yerde toprağı hissediyorum çıplak ayaklarımın altında. Basamaklar devam ediyor. Daha soğuk, daha yumuşak. Bileklerime kadar batıyorum zaman zaman. Üzerimde sade bir bez parçasını andıran bir şey var gibi. İyice sarılıyorum ona zira bedenim nöbete tutulmuşçasına titriyor. Ellerimle duvarları arıyorum oysa tek hissedebildiğim toprak ve toprağı kucaklamışçasına dönüp dolanan ağaç kökleri. Hala iniyorum. Sanki birazdan son dönemeci alıp kapıyı göreceğim.

Heyecandan hızlanmış olması gereken kalbim olaylardan habersiz derin sessizliğinde sonsuz uykunun tadına varmaya çalışıyor.

Yüz altı, yüz yedi, yüz sekiz… karanlık mı değil mi bilmiyorum. Toprağa basan ayaklarım yalnız değil, ellerim de eşlik ediyor onlara. Zira dar bir geçitteyim o yüzden, yoksa iyice hafiflemiş bedenimin dört ayak taşınmasına gerek yok. İskeletim oldukça çok ses çıkarıyor olmalı. Duyamıyorum, tüm parçalarım teker teker toprağa kavuşuyor. Yeri öpercesine düşen kafatasım toprağı hissedemiyor ama ben kafatasımı üzerimde hissediyorum. Artık benim olmayanı, dönüşüp “ben” olacak olanı.

(picture taken from the http://lowenddslr.com/photos/ )

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir