Bıkkın

Sınav başlayalı daha bir saat oldu, bitmesine ise iki saat var.
Bekleyen sen olunca zaman geçmek bilmez ya, işte o hesap. Oysa sıralara dizilmiş, önlerindeki kitapçıklara gömülmüş halde mücadele verenler için her bir dakika mili saniyelere dönmüş durumda. Başlarında gözetmenlik yaptığım her bir dakika ise bana saatler gibi geliyor. Teker teker başlarında dikilip isimlerini, numaralarını, kitapçık türlerini kontrol ediyorum.

Sıralar sınıfın iki yanına dizilmiş, tam ortada, en arkada ise bir tek sıra var. Tahtanın önüne oturmam için konulmuş sandalyeye oturduğumda tam karşımda kalıyor. Sessizliği sağlamak; gözü sağa, sola, öne, çapraza kayanları uyarmak, optik formlarını kontrol etmek, “İstediğimiz sorudan başlayabiliyor muyuz?”ları cevaplamak, silgisi olmayana kürsüden silgi vermek, sınav süresince cep telefonlarını toplamak dışında pek bir işim yok. Yaşları henüz küçük olduğundan ortamı kaynatmaya ve kaostan beslenerek yanındakine soru sormaya o kadar hazırlar ki… O an gerçekleşebilecek her türlü felaket onlar için bir kaçış şansı. Sınava girerken “Bir deprem olsa ama kimse ölmese”ler mi ararsın,  zombi apokalipsi bekleyenler mi…

Formlarını inceleyip sınıfta epey bir turladıktan sonra süper rahatsız sandalyeme oturduğumda direk karşımdaydı. Sınıfın en ortası ve en arkasındaki, iki yaka arasındaki yalnız bir köprü gibi duran sıraya tek başına oturmuş bana bakıyordu. “Bana bakma hadi devam et” gibi mimiklerimle bir işaret yaptım. Kafasını kitapçığa gömdü isteksizce. Bu arada tüm sınıfı gözlemlemeye çalışıyordum. Çözemediği sorudan bunalıp kafasını kaldıran herkes önce nerede olduğuma bakıyordu. Hepsine hafifçe gülümsüyordum. Öğretmenle öğrencinin sessiz iletişim yollarından biriydi bu da. O her “sanırım yapamayacağım” diye size baktığında sizin o gülümsemeniz “yapabilirsin, sana inanıyorum”a gelirdi sessiz destek literatüründe.

Beş dakika geçmemişti ki arkadaki tek sırada oturanla yine göz göze geldik. Ama onun gözleri “yapamıyorum” diye bakmıyordu… “Çok kolay bunlar, bana daha zorlarıyla gelin” diye de bakmıyordu. Bana, sınıfa, kitapçığa bakışında başka bir şey vardı.
8 sene çalıştığım hastanenin başhekiminin, annesi hastalanıp yapılacak hiçbir şey kalmadığını fark ettiğinde doktorlara bakışında olan bir şey…
9 yıl süren evliliğimi bitirmemek adına gittiğimiz evlilik danışmanı, bize biraz birbirimizi anlamak için çabalamamız gerektiğini söylediğinde bir zamanlar aşık olduğum adamın bana bakışlarında olan şey…
Eve gitmeden önce her akşam uğradığım, birkaç çay içip kafa dağıttığım çaycının müşterilerinin “aslında buranın tasarımını biraz değiştirseniz daha şık bir yer olabilir” tavsiyelerinin üzerine yaşı 70’e gelmiş çaycının bezgin bakışlarındaki şey…

Bir buçuk saatin sonunda “İsteyen çıkabilir” dediğimde öğrencilerden birkaçı aceleyle kitapçıklarıyla formlarını kürsüye getirip kürsüden cep telefonlarını aldılar. Daha montlarını bile giymeden bir buçuk saat uzak kaldıkları telefonlarıyla hasret giderircesine ekranlarını okşayarak terk ettiler sınıfı.
Onlardan bir on dakika sonra da tek sırada oturan çocuk yavaşça kitapçığını kapattı. Kalemiyle kitapçığın üzerine bir şeyler karaladı, montunu giydi. Bir eli cebinde, diğer elinde kağıtları bana uzattı.
Gülerek “geçmiş olsun dedikten sonra kitapçığını kürsüye koyarken telefonları gösterdim. Kafasını “yok” anlamında iki yana sallayıp çıktı.
O kapıyı kapatırken gözüm kitapçığa karaladığı cümleye ilişti.
“Çabalamak anlamsız”

Her gün yüzlerce insanın yüzünde, hareketlerinde gördüğüm, bakışlarında sezdiğim bu cümleyi, daha 12 yaşındaki bir çocuğun zihninde görmek içimi ürpertiyle doldurmuştu. Gerçi özellikle ergenlik döneminde boylarından büyük laflar etmeye bayılırdı çocuklar. Ama neredeyse doksan dakikadır kafamı her ona çevirişimde gözlerinden aynı cümleyi okumuş olmamdı beni bu derece ürperten…
Sınavın sonunda onunla konuşmaya karar verdim. Muhtemelen öğleden sonra dersi vardı ve dersi başlayana kadar bir sorunu olup olmadığını sorabilir, bu ümitsizliğin sebebini öğrenebilirdim.
Yıllardır ara verdiğim öğretmenliğimin en çok özlediğim ama beni en çok tüketen taraflarından biriydi bu. Öğrencilerimle konuşmayı, dertlerini dinlemeyi, onları yönlendirmeyi, ders dışında sanata edebiyata ilgi duymalarını sağlamayı seviyordum.
Bunları düşünürken sınav bitiş zili çaldı. Kalan form ve kitapçıkları toplarken çocuğun gitmemiş olmasını diliyordum…

***

Koridora çıktığımda yine göz göze geldik.
Kitapçık ve optik formlarla dolu kollarımı koridorun sonunu işaret edercesine kaldırıp hareket ettirebildiğim işaret parmağımı kaldırdım. Tüm bunların,  kendi uydurduğum işaret dilimdeki anlamı; “Elimdeki kitapçıkları rehberliğe bırakacağım, beni bir dakika bekle!”

Bunları hiç kimse anlamıyor olsa da “eminim bir şey söylemeye çalıştı, geldiğinde sorarım” inançları, onları her zaman bulundukları noktaya kilitliyordu. Benim için de yeterli olan buydu zaten. Tahmin ettiğim gibi, koridora geri geldiğimde hala aynı noktada dikiliyordu. Yüzünü bile kaldırmadan “İşaret dili taktiği hep işe yarar görünür, ama birine tehlikede olduğunu kafa göz sallayarak anlatamazsınız. ‘Kaç’ diye bağırmanız daha iyi olabilir” dedi. Derslerde çok mu kişisel detay veriyordum acaba?

“Kantine geçelim mi” diye sordum. “Teras’a çıkabilir miyiz hocam? Çay alsak mesela?”…
Birkaç saat dersinin olmadığına beni inandırıp benimle konuşacağı konunun ciddiyetinin altını defalarca çizince tamam dedim.

Şimdi, elimizde tam demlenmeyi asla beceremeyen kantin çayı, kenarları demir tellerle çevrili terasın ortasına konulmuş iki karşılıklı banka oturmuş halde susuyoruz. İki kıtanın birleştiği koca şehir; en kör kuytu koyundan en kel, rüzgarlı tepesine dek, 270 derecelik bir açıyla gözümüzün önüne serili ve ben bunalımlı bir ergenin ‘umursayan’ öğretmeni olmanın haklı gururunu yaşıyorum. Onun hayatında bir lütufmuşum gibi coşkuyla doluyum. Onun vaz geçmişliğinin temel sebeplerini öğrenmek, onun geçtiği yollardan geçmiş olmanın verdiği haklı tecrübeyle ona yalnız olmadığını hissettirmek, her şeyin bir çözümünün mümkün olduğu vurgusuyla olaylara başka açılardan bakması gerektiğini ifade etmek…
Bu bakış açısının gelişmesi için müziğe, edebiyata, sinemaya veya spora yönelebileceğini söylemek. Maddi imkansızlıkları var ise bundan yılmaması gerektiğini, isterse ona sponsor olabilecek dernekler tanıdığımı söylemek.
Bu süper etkili yöntemin sonrasında ise onun minnet dolu bakışlarını görmek, hatta gelecek günlerde ‘hayatımı değiştirdiniz’ cümlesiyle yaşayacağım mutluluğu şu anda bile damarlarımda hissetmek…
Muhteşem..
Ya da ben öyle olacağını ümit ediyorum.

Tüm bu hayallerle doluyken sessizliği bozmak istiyorum.

-Kitapçığın üzerine ‘çabalamak anlamsız’ yazmışsın? Yeni moda bu mu? Bizim zamanımızda en çok ‘kimse beni anlamıyor’ yazardık.. O da günlüklerimize…
Samimi bir gülücük, ‘ben de bu yollardan geçtim’ anlamındaki bilgiç ve tek kaşım kalkık halde sarf ettiğim ilk cümlenin kapanışını, çayımdan aldığım bir yudum ve ‘sen ne düşünüyorsun?’ mimiğimle yaptım.
Çayından bir yudum alıp kafasında döndüğünü düşündüğüm cümleler arasından birini seçmekte zorlanırmışçasına duraksadı.

-Sanırım bu kez konuya direk gireceğim hocam… Zira sizinle bu konuşmayı ilk yapışımız değil… Daha önce de onlarca kez bu konuşmayı gerçekleştirdik. Pek çoğunda benden kanıtlar istediniz ve ben de size, daha önceki konuşmalarımızdan edindiğim bilgileri tekrar tekrar anlattım. Kiminde inandınız, kimini sınadınız, gerçekleştiklerinde şaşırdınız. Defalarca sorguladınız. Ama sonuç değişmedi ve biz yine aynen bugün gibi bu bankta oturuyoruz ve siz bana ‘hayatta seçimlerimizi kendimiz yaparız’ masalını anlatmaya hazırlanıyorsunuz.

Elimde bardağımla ağzım açık bir şekilde anlamaya çalışıyordum… İlk defa konuşuyorduk. Beni biriyle mi karıştırıyordu? Ciddi bir akıl sağlığı problemi mi vardı? Sınav heyecanından pek çok hastalığa yakalanan öğrenciye şahit olmuştum. Bilmiş tavrı da ayrı hikayeydi… Biri bana şaka mı yapıyordu?
-Sakin olun… Bu ne bir şaka ne de benim kafadan bir rahatsızlığım var..
Zihnimi mi okuyordu? Bardağı banka koyup derin bir nefes aldım.
-Daha önce başkası ile konuşmuş olabilir misin? Ben böyle bir şey hatırlamıyorum dedim güçlükle.
-Hayır hocam… Sizinle konuştuk. Bu dersanede yalnızca bir tane Sinem Hoca var. Sadece o, üniversiteden sonra iki sene öğretmenlik yaptı, bu sırada evlendi, ardından kocasının çalıştığı hastanede 8 sene çalıştı. Gece gündüz hastanenin uluslararası işlerini yürüttükten ve kocasını sekreteriyle bastıktan sonra hem evliliğini hem de hastanedeki işini bitirip yeniden dersanede öğretmenliğe başladı.
Şimdi bunları herkesin bildiğini söyleyebilirsiniz ama kimsenin bilmeyeceği bir şeyi söyleyeyim. Bunu bana ‘bir dahaki konuşmamızda bana bunu söyle ki sana inanayım’ diyerek söylemiştiniz; kocanızla üniversitede tanışmadan önce hayatınızın en büyük aşkı…

Benden başka kimsenin bilmediği bir sır? Bunu nereden öğrenmiş olabilirdi?  Belki de blöf yapıyordu?
-Kimmiş bakalım hayatımın aşkı? İsmini zaten bilemezsin ama madem bir blöf yapıyorsun, zekice bir tahmin yürüt…
Soğumuş çaylarımızdan birer yudum aldık.

-Zaten ismi değil önemli olan… Sizin onu liseden beri sevip bunu ne ona ne de bir başkasına söylememiş olmanız. Zaten kim hayali bir aşkı gerçek dünyasına saplanıp kalmışlara anlatmak için çaba sarfeder ki? Zikredilmeyen aşkın kutsallığına inanmaya başladığınız andan itibaren öyle gömdünüz ki onu içinize. Kimse anlamasın diye adının geçtiği tek bir kitabı bile almadınız…
Kitabı o kadar ezberlemiştiniz ki, ona ait tüm sözler her zaman zihninizdeydi. Tanıştığınız, sevdiğiniz her adamdan o sözleri duymayı hayal ettiniz…

Konuşamadım… Konuşmak istemedim… Bu sadece benim bildiğim bir sırdı… Zihnimin en derinlerinde sakladığım… Kimse anlamasın diye tek bir cümlemde bile adını geçirmediğim o kitap ve gerçekten de her sözünü ezberlediğim, her kelimesinde gözümde daha da büyüyen o karakter…
-Bunları nereden biliyorsun? Hem de benim cümlelerimle?
Sesimin yükseldiğini fark edince sustum.
-Dedim ya, bunu bana siz anlattınız. Bana inanmanız için…
-Peki ben niye hatırlamıyorum?
-Çünkü biz bu konuşmayı en son siz ölmeden 2 sene önce yapmıştık… Size öleceğinizi söylediğim için üzgünüm ama bu durumda bu konuşmayı 40 sene önce, yine burada, aynı sıkıntılı bir Mart öğleden sonrasında yaptık. Ondan da bir 40 sene önce, bu kez de kahve içerken yapmıştık. Yeni tercihlerimiz yalnızca içecek ve mekanla sınırlı maalesef..

Az önce bana iki yıl sonra öleceğimi söylediği için mi yoksa tercihler konusundaki sınırlandırılmışlık hissimden mi bilmeden, başımın döndüğünü hissettim. Midem bulanıyordu…
-Eğer unutmak istemeseydiniz unutmazdınız. Bu hep böyle… Kimi zaman hatırlayarak yaşarsınız, kimi kez unutarak… Birbirimize hatırlatma sözleri veririz bazen de. Önemli bir değişiklik yaparsak değişeceğini umarak. İki konuşma önce benden size kanser olayını hatırlatmamı istemiştiniz. Sigarayı bırakıp kanser olmayacağım demiştiniz. Ama bir faydası olmadı. Kanserin cinsi değişti yalnızca.
Her ne kadar öğrencilerin yanında sigara içme konusunda bir nazi katılığında olsam da bulunduğum durumun absürdlüğüne dayanamayıp elimi tütün çantama uzattım. Terasta ikimizden başka kimse yoktu. Usulca tütünümü kağıda sardım. Organik kağıt, organik filtre, daha az kimyasaldan geçmiş tütün.. Aman ne sağlıklı…
İçsem de içmesem de kanserden ölecekmişim. Vay be…
-Kanserden mi? Öle öle kanserden mi öleceğim yani? Peki gerçekten, nasıl unutuyoruz? İnsan yaşadıklarını belki unutabilir ama ölümünü?
-Basit… Kimisi ölüm şokuyla her şeyi siliyor hafızasından. Hayatı bin bir güçlükle geçen birini düşünün. Mesela ben… Haftaya ölmüş olacağım. 13 yaşında, saçma sapan bir mahalle kavgası yüzünden. Bundan kaçmak için elimden gelen her şeyi yaptım. Sahte ihbarlarda bulundum, o gün mahallede kalmamak için bahaneler ürettim ama bu kez kaldığım yerde kavga çıktı… Bir seferinde kendimi nezarethaneye attırdım, karakola o gece baskın yapıldı, yine bir çatışmada öldüm. Bunu değiştiremiyorum.
Her seferinde, açlıktan nefesleri kokan bir anne babanın beşinci ya da yedinci çocuğu olarak dünyaya geliyorum.. Daha iki üç yaşındayken annem ölüyor. Abi ablalarım bana bakıyor ama hepsi zamanla ya evden kaçıyor ya kaçırılıyor ya da bir suç örgütünün eline düşüyorlar…
Zihnimi toparlamaya, anlattıklarını dinlemeye, anlamaya çalışıyorum. Bazı şeyleri bilmemek, öğrenmemek daha güzel gibi geliyor şu an.  Sözde hayatını değiştireceğim çocuk, bana her seferinde az farkla değişen korkunç hayatını özet geçmeye çalışıyor. Sefalet, ölüm, zenginlik, hastalıklar, tanışacağımız insanlar değişmiyor. Beni her türlü kanser edecek meretten bir nefes daha alıyorum. Nasıl olsa o da bir haftaya ölecekmiş deyip onun yanında sigara içmekte bir beis görmüyorum. Oysa bir saat önce kendimi burada bu halde görseydim de bu hale inanmazdım. İzmariti uzağa sallayıp gözlerinin içine baktım,
-Benimle ölümünü konuştun mu peki?
-Evet, hatta mahalle kavgası başlamasın diye sizinle plan yaptık ama yine olmadı.
-Peki ölümünü beklemesen?
-Bunu da siz denediniz… Başarısız en az üç deneme.
Güldü. Gülmesi biraz sinirime dokunsa da şöyle bir düşününce neden kahkaya boğulmadığımızı merak ettim. Dünyanın en iyi ve sağlam şakasıydı bu. Elbette gülecektik..
-Peki sonra? Ölünce şok geçirmeyenler? onlar nasıl unutuyor?
-Rahatlıktan. Düşünün, zor bir hayatınız var, ölüyorsunuz. Sonra birden bir sıvının içindesiniz. Hiç birşeye ihtiyacınız yok. Duyduğunuz tek şey bir ritim. Dokuz ay kimisi için yeterli. Tüm yaşamlarını bir rüya sanıp doğunca unutuyorlar. Kimisi direniyor ta ki konuşmayı, yürümeyi bilmediğini fark edene kadar.
-Peki ya iyi bir hayat yaşayanlar? Onlar neden unutmak istesin ki?
-İyi bir hayat dediğiniz ne ki? Diyelim ki biri; çok zengin bir ailede, sevgi dolu büyüdü, hayatının aşkını buldu, çocukları oldu, yaşlandı. Sevdiklerini kaybetmeye başladı, hasta oldu, acı çekti… Tüm bunları bile unutmak istemek o kadar doğal ki.
Ama unutmamak da var.. Ben, unutmamak için çok çabalıyorum. Gariplikleri de var. Mesela sizinle neden hep 13 yaşında karşılaştığımı bilmiyorum. Normalde siz yine 38 yaşında olana kadar benim üç kez doğup ölmem lazım ama ben bunu hatırlamıyorum.. Sizi 13 veya 26 yaşında da görebilmem lazım ama olmuyor. Ben her seferinde, siz üniversite birinci sınıftayken doğuyorum. Neyse konu dağıldı sanırım.
Üniversite yıllarımı düşünüyorum. Onun doğduğu anı, benim, onun varlığından habersiz geçirdiğim 38 seneyi.
-Ben de hatırlıyor muyum?
-Bazen.. Gerçekten hatırlamak istediğinizde.
-O zaman son seferde hatırlamaya değecek bir şey olmamış. Bu üzücü.

-İşte tam olarak bu yüzden benden size hatırlatmamı istediniz. Yaşadıklarınızı değil yaşamak isteyeceğiniz bir şeyi yapmak için…
-Bir yere gitmek gibi mi?
-Hayır hocam… Birini sevmek gibi.
Gülümsedi. Sanki haftaya saçma sapan bir kavgada saçma sapan hayatına veda etmeyecekmiş gibi…
– O gün bana dediniz ki; “Bir dahaki konuşmamızda bana hatırlat da o avukatı bir kahveye davet edeyim”
-Hangi avukatı?
-Merak etmeyin. Cenazemde tanışacaksınız…

asli.

Bıkkın” için bir yorum

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir