Ne yesek?

Ne yesek?

Uzun zaman oldu grup buluşmalarından uzak kalalı. Lisede, üniversitede, iş hayatımın ilk günlerinde, kurslarda sayısı 3-15 arası değişen arkadaş gruplarıyla toplu programlar yapmayalı…

O zamanlarda bile sırf “Ne yesek? Nerede yesek?” sorularına muhatap olmamak için evde ya da buluşma saatinden önce bir simitçide-çaycıda midemi bastırmayı alışkanlık edinmiştim. Grubun en “seçici” üyesi olduğunuzda sorunun direk muhatabı siz oluyorsunuz çünkü. Varsın kim nerede ne yemek istiyorsa yesin, ben çay kahve faslına dahil olayım yeter.

Türk milli sporumuz “çemkirme”de başı çeken arkadaşlarım çok olmadı allahtan… Nereye gidilirse gidilsin mekanın servisine-lezzetine laf etmek suretiyle grubun gurusu etiketine namzet şahıslardan da epey bir uzak durdum şükür.

Pek bir sosyal, pek bir gezgin olarak namım yürümüş olsa da aslında tembel tekerek bir mekan bağımlısından başka bir şey değilim. Takıldığım üç çaycı ve dört kahvesi haricinde ne mekan keşfetmeye halim ne de bilmediğim yerde gerilmeye yetecek kadar sinir hücrem var. “Ay burası nasıldır acaba?” sorusunu duyunca da gözümün seğirdiği doğrudur. Peki sonuç?

İşte orası pek iç açıcı değil. Sözde standart kahve yapan zincir kahvecilerde bile “ay lütfen buzun üstüne dökmeyin kahveyi” diye ağlayan bi ben varım herhalde. Çay dediğin de ben söylemeden önüme açık gelmeli… Yemek konusuna hiç girmiyorum. Bildiğim yerden aldığım hariç et tavuk tüketmeyince salata makarnanın köleliği kaçınılmaz oluyor. Çorba desen %80’inde bulyon var. Zaten çorba dünyanın en gereksiz yemeği arkadaşlar! Derdiniz sıvıysa su için! (Derdini seveyim!)

Konuyu iyice dağıttım. Amacım, ikili buluşmalarda dahi beni gerginliklerden gerginliklere sürükleyen mekan seçimi konusuna değinmekti. Evet, ben de bir mekan çemkiriciyim… İtiraf ediyorum… Bir tabak yeşilliğe 30 lira vermeyi de sevmiyorum, yemek kokusundan duramadığın esnaf lokantasında makine yağıyla yapılmışçasına ağır yemeklerle doymayı da.

Bir çaya 4 lira vermeyi de sevmiyorum, kahveyi cam bardakta getirip dakika başı tepende “başka bir isteğiniz var mı?” diye dikilen garsonlarıyla sohbetini katleden kafelerde oturmayı da…

Velhasıl hiçbirini sevmiyorum. “Buluşalım mı?” diye sorup buluşunca “Eee, nereye gidelim?” diye soranları hiç sevmiyorum. Bana sorma işte! Benim gittiğim yerler belli ve hatta anlamlı bir sohbet edeceksek bunun hiçbir önemi yok… Söz konusu bir dost sohbetiyse bunun 20 dakikasını karar verme süreci, 45 dakikasını da boş boş yürüyerek geçirmemeli insan.

Bu aralar en çok ziyan olan zamana acıyorum. Boşa geçen, ortaya hiçbir şeyin koyulmadığı ve boş beleş tartışmalarla tüketilen zamana, nefese, enerjiye acıyorum. Hayatımızı israf ediyoruz ve maalesef bunun bir alternatifi yok. Olur mu olmaz mı bilmeden başladığımız ilişkilere acıyorum. Bir insana yapacağın en büyük yatırım “zaman” zira elindeki tek sermaye o! Onu tanımaya, anlamaya, kendini anlatmaya sarfettiğin onca kelime-ifade-cümle… işte bunların hepsi zaman! Kaybolan ve bir daha asla geri getiremeyeceğin zaman…

Hayat, kocaman bir zaman kaybı…

Ne yesek?” için bir yorum

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir