Hani bazen bir koku, bir ses sizi alıp başka bir zamana, başka bir yere taşır ya… Bir hikayede bir cümle, bir fotoğraf karesi, sizi hatırlamak istemediğiniz anılar kuyusunun kıyısına getirip bırakır ya…
İşte ben o kuyuya düştüm bu gece…
İnsanoğlu ne kadar acımasız ve alçak, ne denli hain ve aşağılık aslında. Bu gece yeniden hatırladım.
Saflıkla salaklık arasındaki incecik çizginin üstünde yürümeye çalıştığım, koşulsuz güvenmeyi marifet saydığım, yüze güleni dost bildiğim, dost dediğimi zor anımda yanımda beklediğim yaşımda öğrendim ne büyük bir palavranın içinde yaşadığımı.
Şans eseri denk geldiğim bir dizinin kurgusunun orta yerinde beynimden vurulmuşa döndüm… Nasıl da tanıdıktı o sahne… Hayatın acemisi bir çocuk, amaçlı ya da amaçsız bir oyun ve bu oyunu utanmadan sürdüren, maskelerin ardına gizlenmişler…
Bundan tam 16 sene evvel başlayan bir kabus! Sebebini ve kurgucusunu asla bulamadığım. Belki bir şakayla başlayıp beni neredeyse şizofreninin kıyısına taşıyan olaylar silsilesi…
İlahi adalet diye bir şey var mı? Hayatımın en güzel yıllarında beni en yakınımdan dahi şüphe ettirecek duruma getirenler nasıl bir bedel ödeyebilirler ki? Kaybettiğim onca yıl? Kim verecek hesabını? Çalan her telefonda yüreğimi ağzıma getirenler ne yapıyor şimdi? Keyifleri yerinde mi? Mutlular mı? Gülüyorlar mı dahiyane oyunlarına? Nasıl olsa atlattı işte diye rahatlatıyorlar mı vicdanlarını? Yakınımda kim varsa benden koparıp erdiler mi huzura? Yapayalnız kaldığım tüm o günlerin, gecelerin, korkuyla attığım her bir adımın, kaybettiğim yıllarımın, dostlarımın, insanlığa olan inancımın vebali düşecek mi boyunlarına?
Tüm o tehditler, yalanlar, kurmacaların karşısında bir başına kalmış minicik bir kız çocuğu, bekliyor…
Ve hala güvenmiyor ‘hiçbir şeye’ çünkü “Trust noone bile değil, Trust non!”