2012 yılında Karaman Türk Dil Bayramı kapsamında İzmir Basmane’den kalkan Türkçe Treni’ndeydim. Afyonkarahisar ve Konya’da molamızı verip uzandık demir raylar üzerinden Karaman’a…
Çocukluğumun ninnisidir trenin ray gıcırtısı, evimizi sallayan gece ekspresi uyutmuştur beni düdüğü ile böldükten sonra düşlerimi. Çocukken Küçükyalı’dan trene binip gittiği yere kadar seyahat ederdik babamla. Yüzümü cama yapıştırıp dışarıyı seyrederken arada kafamı çevirip babama bakardım. Uzaklara dalıp neler düşündüğünü merak ederdim. Anlatırdı bazen geçtiğimiz her durağı, varsa anılarını… Ben de dinlerken uyurdum bazen kucağında, kulağımda aynı ritim; du dum ta tak, du dum ta tak..
Bu kez İstanbul değil İzmir’den yolculuk. Yıllarca trene ayak basmamışlığın verdiği heyecanla Basmane Garı’ndan uğurlanacak olan Türkçe Treni’ni görüyorum. Görkemli bir veda töreni var garda. Diğer yolcular ise kendileri uğurlanıyormuşçasına mutlu görünüyorlar. Mehteran zilleri ve davulları ile çınlatırken eski garın duvarlarını, hareket düdüğünü öttürüyor şef.
Valizimi kompartımanıma taşıyorum ve birden altı yaşıma dönüyorum…
İçinde yatağım, masam bulunan ve açıkçası beklediğimden fazla lüks görünen kompartımanımı keşfetmeye çalışırken çayım geliyor ve ben pencerenin dışında akan durakları seyrediyorum…
Tren Manisa Salihli’de kısa bir mola veriyor. Tren durağının hemen yanındaki kahvehanede bizi karşılıyor bir grup. Çaylar demli, muhabbet de… Yanından geçtiğimiz hemen hemen her durağın yanında bir köy kahvesi var. Sandalyeler raylara doğru çekilmiş, bir yandan sohbet edilirken bir yandan trenler seyrediliyor. Yüzler yorgun, yüzler mutlu, yüzler hala bir şeyler beklemekte… Kimisi el sallıyor, kimisi çay bardağını uzatıyor “çayımız var, buyurun gelin” dercesine. Tren hızla akıyor bu misafirperver ellerin yanından.
Akhisar, Mesudiye, Uşak, Alaşehir, Eşme… Sağlı sollu düzlükler, yeni filizlenmiş yemyeşil ekin tarlaları, arkamızdan bize yetişmeye çalışan yağmur bulutları. Kocatepe’den geçiyoruz, kulağımızda “Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz” sesi çınlıyor. Şimdi yemyeşil olan tarlaların kanla sulandığı günleri düşünürken yakalıyor yağmur bizi.
Trende edebiyatçılar da olunca konu dönüp dolaşıp Türk ve dünya edebiyatında trenin yerine geliyor. Türkiye’de Tren garı denildiğinde ister istemez bir melankolik öyküler, türküler, filmler yağıyor insanın hafızasına. Trenler; gurbete, askere gidip dönmeyenlerin ağıtlarından mütevellit bilinçaltımıza derin bir hüzün nakşetmiş… Dünya geneline bakıldığında da ağırlıklı olarak Nazi Almanya’sı dönemi filmleri ağır basıyor.
Uşak’a varmadan bekleme yaptığımız duraklardan birinde aklıma “le train de la vie” filmi geliyor. Film, Nazi baskınlarının sıklaştığı 1941’de bir köyde geçiyor. O sırada diğer civardaki tüm köylerde Yahudiler çoktan öldürülmüşlerdir bile. Sıra kendilerine gelmiştir ve kimsenin ne olacağı belli değildir. Tüm köy halkı Rabbi’nin önderliğinde birlikte bir karar vermeye çalışırlar. Köylülerden biri olan Shlomo ortaya enteresan bir fikir atar. Söz konusu Naziler’i bir trenle kandıracaklardır. Trendeki insanların bir kısmı Nazi subayları rolüne girecek, diğer kısmı da sürülen Yahudileri oynayacaktır. Film, köyün delisinin gözünden anlatılıyor ve tabii ki düş ile gerçeğin ayırtına varamayan öykücünün hayat ettiği ile gerçekleşenin ne olduğunu ancak filmin sonunda öğrenebiliyorsunuz.
Sabah 10:00’da İzmir Basmane Garı’ndan yola çıkan trenimiz, alternatif bir güzergaha sahip olduğundan ve saatli trenlere yol vermek durumunda olduğundan saat 21:30 sularında Afyonkarahisar’a varıyor. Geceyi Afyon’da geçiriyoruz.
Sabah saat 10:00’da hareket eden trende taze demlenmiş çaylarımızı yudumlarken yine bir yağmur başlıyor Afyon’da. Sanki terk ettiğimiz her kent ardımızdan ağlıyor. Gözünüzün alabildiğince geniş ve karlarla örtülü sıradağlarla çerçevelenmiş tabloları andıran ekin tarlalarını geçiyoruz. Sultandağlarını seyrederken büyük bir hayranlıkla, yolculardan birinin müzik çalarından “Neşet Ertaş – Ahirim Sensin” çalıyor. Kimi şarkılar yolda dinlenmek için yazılmış diyorum. Akşehir Gölü’nün yanından devam ediyor yolculuğumuz. Sultandağı’nın ihtişamlı gölgesinde kuzu ve keçileriyle sürüsünü otlatan çoban, tarlalarını sulamaya traktörüyle giden çiftçi, ekmeğini pişirmek için ocağa odun atan kadınlar, oyunlarını bırakıp ellerindeki futbol topuyla peşimizden koşan çocuklar. Hayatlarının içinden geçip gidiyoruz.
Çay, Ilgın, terk edilmiş Kadın Hanı garları. Öyküsünü merak edip yanından geçtikten sonra adını unuttuğunuz onlarca istasyonu geçip gidiyoruz. Yanmış bir tenin yanından geçiyoruz. Yük vagonları kömüre dönmüş, yolcu vagonlarındaki koltuklarının külleri sanki dün yanmışçasına uçuşup camlarımıza yapışıyor. Üzerinde yüzlerce insanı taşımış koltukların parçalarını bizimle taşıyoruz uzunca bir süre.
Saat 15:00’a geliyor ve Konya’yı görüyoruz. Uzaktan ışıldayan şehir düzeni ile göz kamaştırıyor. Bir saate yakın süren bir başka seminerin ardından bir süre arşınlıyoruz Konya sokaklarını. Selçuklu mimarisinin en güzel örneklerini barındıran Konya’da Mevlana Hazretleri’ne uğrayacak vaktimiz olmadığından yalnızca huzuruna selam göndermekle yetiniyoruz.
Hava kararmaya başlıyor. Vadileri çerçeveleyen dağların ardından son ışıklarını gösteriyor güneş. Evlerin ışıkları yanıyor uzaklarda bir bir. Kapkaranlık tünellere girip çıktığımızda da aynı karanlıkla karşılaşmak ürkütücü olsa da gözlerimi kapattığımda o tanıdık ritim huzur veriyor ruhuma. Du dum ta tak… du dum ta tak…
Yoldayken Nazım Hikmet’ten bir şiir yankılanıyor beynimde..
“Tren düdükleri öter Mehmet’ in üstünden
Medet.. Medet (Trenin düdüğü çalıyor, askere giden gençleri toplamak için…)
Uzanır raylar uzanır
Memleket, memleket..
Yok mu raylarda merhamet
Mehmetçik, Mehmet…”
Ve şiirdeki ritim okudukça sizi içine çekiyor, vagon olup katılıyorsunuz yola; Mehmetçik Mehmet Mehmetçik Mehmet Mehmetçik Mehmet…
Karaman Fener Alayı;
Tren Karaman’a yaklaştıkça heyecanımız artıyor. Bizi bekleyenlerin olduğunu biliyoruz ama aslında hiçbir şey bilmediğimizi fark ediyoruz tren gara yanaşırken. Kentin ışıklarını soluk bırakan, yüzlerce meşale yanıyor garda… Karamanlılar ellerinde meşalelerle ‘hoş geldiniz’ diye bağırıyor. Trenin içindeki coşku da görülmeye değer. Bu kadar görkemli bir kalabalığı beklemeyen öğrenciler ellerinde telefonlarla fotoğraf çekmeye çalışıyorlar, belki inanmayan olur da bu coşkuyu kanıtlarlar dostlarına diye. Ben yine 6 yaşıma dönüyorum, burnumu camdan ayırmadan seyrediyorum karanlığın içinde ışıldayan yüzlerce alevin dansını.
Trenden iniyoruz. Önümüzde Konya Büyükşehir Belediyesi’nin mehteran takımı, ortalarında Karamanoğlu Mehmet Bey’i canlandıran bir oyuncu, aralarında fotoğraf ve video görüntüsü almaya çalışan basın mensupları ve bizleri takip eden kentlilerle beraber kent meydanına yürüyoruz. Halk pencerelerden Mehteran’a eşlik ediyor, kafeteryalarda oturan gençler muhabbetlerini kesip bizlere alkış tutuyor. Seferden dönmüş askerler gibiyiz. Yorgun ama mutlu. Kent meydanı da alabildiğine kalabalık…
Otele zar zor yürüyorum. Karaman’da gece canlı ama sessiz. Uykuya dalarken hala kulaklarımda tren sesi, vücudum sallanıp duruyor uyku serilirken üzerime.
Karaman’da ilk sabah.. Trenle Karaman’a gelmiş öğrenciler, şair ve yazarlar Piri Reis Kongre Merkezi’nde toplanıyor. Biz de Karaman’ın tarihi dokularını keşfe çıkıyoruz.
Karaman Kalesi’nin gölgesinde Yunus Emre ve Taptuk Emre’nin kabirlerinin bulunduğu Yunus Emre Camisi, Hz. Mevlana’nın annesi Mümine Hatun’un ve oğlunun kabirlerinin bulunduğu Aktekke Camisi Karaman’ın ruhani havasını köpürtüyor.
Yunus Emre Camii’nde her yıl Hoşgörü sofrası kuruluyor. 736 yıldır aynı yemek mönüsü binlerce konuğa ikram ediliyor.
İşsizlik oranının yüzde sıfırlarda seyrettiği Karaman’da sanayi oldukça gelişmiş durumda. Kadın çalışan sayısının yoğunluğu hane gelirlerinin yüksek seyretmesinin sebebi. Yerel kaynaklara göre suç oranı oldukça düşük. 2012’de işlenen cinayet sayısı 5.
Karaman Tren İstasyonu’ndan meydana uzanan 2’inci istasyon caddesi İstanbul’daki Bağdat caddesi’ni aratmıyor. Kafeteryalar gece 1, 2’lere kadar açık ve hem öğrenci hem de aileler geç saatlere kadar çay kahve eşliğinde muhabbet edebiliyorlar. Kentteki park ve meydanlar da gece geç saatlere kadar gençlere ve ailelerle dolup taşıyor.
Karaman’da tarihi bir aşkı simgeleyen Tartan Evini de ziyaret ediyoruz öğrencilerle.
Tartan Evi 1810 tarihinde Tartanzadelerden Hacı Ahmet Efendi tarafından yapılmış. Anadolu evlerinin en güzel örneklerinden olan bu ev bir İstanbul sevdalısının hasretine mukabil, ona aşık olan bir adamın tasarımının sonucu. Hacı Ahmet Efendi İstanbul’da tanışarak aşık olduğu Şerife Hanım ile evlenir ve onu Karaman’a gelmeye razı eder. Ancak Şerife Hanım İstanbul hasreti çoğu zaman ağır basar ve Ahmet Efendi sevgili eşinin gözyaşlarına dayanamayarak ona bir sürpriz hazırlar. Karaman’da yaşayan en iyi nakkaşlar ve ustaların maharetiyle İstanbul’u nakşettirir evin duvarlarına. Yıllarca çürümeye yüz tutmuş bu ev de restore edilerek müze haline getirilmiş. Ruhumuzda İstanbul hasreti ile Şerife Hanım’ı anıyoruz ve yavaş yavaş yol alıyoruz hasret kaldığı şehre doğru. Damağımızda Karaman’ın lezzetleri, dimağımızda muhabbetli kentin sohbetleri, bir yolculuğun daha sonuna geliyoruz.