Rahmet…

Aniden çakan şimşekle elinde tuttuğu gazete parçası aydınlandığında yüzüne bir gülümsemenin yayılmasına engel olamadı. “Rahmet geliyor” diye geçirdi içinden. Annesi böyle derdi gökyüzü şimşeklerle aydınlandığında. Ardından gök gürültüleri başlardı ama hiçbiri korkutmazdı onu. İnsan hiç Rahmetten korkar mıydı?

Evlerinin kocaman bahçesine koşar, salıncağına oturur ve beklerdi yağmuru. İlk damlalar burnuna düştüğünde ise annesi evin kapısında belirir; “içeri geç çabuk, ıslanıp hasta olacaksın” diye bağırırdı. O ise ayaklarını sürüye sürüye, birkaç damla daha Rahmet başına düşsün diye ağır ağır  yönelirdi annesinin yanına. Eğer annesi onu fark etmeden salıncakta uzun süre kalmayı başarabildiyse sırılsıklam saçları ve çıplak ayakları ile koşarak dönerdi eve.  “Anne bak! Her yerim Rahmet oldu!” Annesi ise yüzüne okkalı bir tokat patlatmamak için zor tutardı kendini.

Saçlarını zımparalarcasına havlu ile kurutur, kıyafetlerini değiştirir ve bunları yaparken de söylenir dururdu. Annesinin öfkesini anlayamazdı. Ateşinin yükselmesi ile yağmurun nasıl bir alakası olabilirdi ki? Ardı arkası kesilmeyen öksürük nöbetlerinin sebebi kuru hava değil miydi? Zaman zaman çölden esen rüzgar o kadar kuruturdu ki ciğerlerini yaz sıcağında buhar teknesinin başına oturmak zorunda kalırdı saatlerce. Keşke mahalledeki diğer çocuklar kadar sağlıklı olabilseydi. O zaman doya doya koşup oynayabilir, yağmurun altında saatlerce kalabilir, belki bir gün bisiklete bile binebilirdi. Ama ciğerleri hiçbirine izin vermiyordu işte. En çok da yağmurda kalamadığına üzülürdü. Yılda 5-6 taş çatlasın 10 kere yağmur yağardı kasabalarına.

Yine bir gün gök gürültüsünü duymuş, annesinin mutfakta olmasını fırsat bilip bahçeye kaçmıştı. Annesinin onu salıncakta göreceğini bildiğinden bu kez daha da uzağa, bahçenin arkasındaki barakanın çatısına çıkmıştı. Gök gürüldedi, ardı ardına onlarca kez hem de… Ama gökyüzü kararmamıştı. Yalnızca gökte gürültülü bir karaltının evlerine doğru yaklaştığını gördü. Karaltının arkasındaki dağlardan dumanların yükseldiğini fark etti. Çok geçmeden bir gürültü daha koptu. Evinin etrafından bir alev topu yükseldi. Mahalleden yükselen çığlıkları duydu sonra. Koşarak barakanın ilerisindeki çalılıklara girdi. Yağmur başlamıyordu bir türlü ama duman kokusu nefesini tıkamaya başlamıştı. Yüzünü toprağa kapadı. Çimenler burnuna giriyordu. Kafasını kaldırmaya çalıştığında ise yine nefesi kesiliyordu.

Birisinin kollarından çekip onu havaya kaldırması ile kendine geldi. Havada hala o korkunç koku vardı. Onu havaya kaldıranın yüzü tanıdıktı ama kim olduğunu çıkaramıyordu. Kasabadan birisi olmalıydı. Başını evlerine doğru çevirmeye çalıştı ama ona izin vermiyorlardı. Beş altı kadın, sürekli hıçkırıklara boğuluyor, ellerinden kurtulmaya çalıştığında ise onu kuvvetle geri çekiyorlardı. Bir anlık boşluklarından faydalanıp eve doğru atıverdi kendisini. Bahçeyi yarılamamıştı ki dondu kaldı. Evinin olduğu yerden yükselen dumanlar hala gökyüzünü yalıyordu. Koskocaman kasabada taş üstünde taş kalmamıştı. Başının döndüğünü hissetti. Yığılacakken kadınlardan biri onu kucağına aldı. “sen artık bize emanetsin” dedi mırıldanırcasına.

Yanlarında bu hasta emanet çocukla günlerce yol aldı gözü yaşlı kadınlar. Gittikleri her şehirde yıkık evlerin yanlarından geçtiler. Yıkılmış ümitlerin, yıkılmış hayatların, yıkılmış kadınların ve adamların kervanına katıldılar.
Sınır dedikleri yere gelmeleri koca bir yıllarını aldı. Aylarca orada beklediler. Kimisi dayanamadı bu bekleyişe. Sınırı geçtiklerinde ise kendileri gibi binlerce insanın olduğu bir çadır kente vardılar. Sabah ve akşamları yemek vardı, yatacak yer vardı. Bazen yeni kıyafetler bazen de oyuncaklar vardı. Ama burada anne yoktu… baba yoktu… kardeş yoktu… kendisine kardeşler edindi.

Artık 10 yaşındaydı. Büyük bir şehirden bahsediyordu herkes kampta. Orada herkese iş vardı. Hatta o kadar iyiydi ki oradaki insanlar, onun gibi çocukları yanlarına alıp anne babaları oluyorlardı.
Kendisinden 2-3 yaş büyük kardeşleri ile yola koyuldu. Her şeyin daha güzel olacağı İstanbul’a gidiyorlardı. Yola beş kişi çıktılar ama ancak üç tanesi varabildi mucizeler kentine. Kendileri gibi üstü başı perişan halde insanlar gördüler, sokaklarda kendi dillerini konuşan. Onlarla beraber parklarda uyudular,  köprü altlarında oturdular.

Kış geldi. Hep yağmur yağdı üstlerine… nefesi kesilmez olmuştu artık. Sırılsıklam kıyafetleriyle saatlerce sokaklarda yürüyordu. Belki annesi kızar da gelir diye. Gelmiyordu…

Sinirliydi bu şehirde insanlar. Yanından geçen herkes ona anlamadığı bir dilde bağırıyordu. Birbirlerine de bağırıyorlardı ama en çok ona bağırıyorlardı sanki. Hafta sonları babası ile gittiği restorana benzer bir restoranın önünde dikilmişti bir gün. Oradaki garsonlara benzeyen bir garson gelip bağırdı yine. Yetmedi bir de tokat nakşetti yüzüne en okkalısından. Öfkeli bağırışlarının arasında bir tek ülkesinin adını seçebiliyordu; “Suriye”

Onlar Suriye dedikçe burnunun direği sızlıyordu. Annesini özlüyordu. Babasını özlüyordu. Evini, salıncağını, playstation’unu, binemediği bisikletini, okulunu, kasabanın camisini, çöl rüzgarlarını, komşularını özlüyordu…

Yine köprü altında oturduğu gecelerin birinde, topladığı gazete parçalarının birinde kasabasının bir fotoğrafını gördü. Yüzünü fotoğrafa yaklaştırdı. Aniden çakan şimşekle elinde tuttuğu gazete parçası aydınlandığında yüzüne bir gülümsemenin yayılmasına engel olamadı. “Rahmet geliyor” diye geçirdi içinden. Annesi böyle derdi gökyüzü şimşeklerle aydınlandığında. Ardından gök gürültüleri başlardı ama hiçbiri korkutmazdı onu. İnsan hiç Rahmetten korkar mıydı?

A.C. 2014

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir