Sessiz ve sebepsiz terk ederler beni genellikle…
Çünkü bilirler ki, koparacakları yaygaranın en az on katı bir kıyamet misali çökerim üzerlerine…
ve bulabilecekleri her nevi bahane, cevaplarıyla beraber zihnimdedir. Tüm mutluluklarımı, öfkelerimi, sıkıntılarımı paylaştığım; hayal gücümle sınırlı arkadaşlarım, dostlarım…
Soracakları her soruya bir cevabım vardır ve hepsiyle ortak on binlerce anım. Yaşam öykümün şahsımca yaratılmış karakterleri. En güçlüsü bile tek bir kelimeyle veda eder senaryoma…
Bazıları öyle ürkektir ki, ete kemiğe bürünmek yerine birkaç saniyeliğine aklımda beliren bir öykünün silik bir karakteri olmayı seçerler… Belki de hiç oturup yazmayacağım bir öykünün. Hayatlarını, dostlarını belirleyip, var olmaya bile cesaretleri olmayanlar. Birkaç dakika geçmeden zihnimin karanlık odalarından birine yollanmaktır kaderleri. Ta ki bir gün elimde hafızamın yarı bitmiş mumlarından biriyle o odaları gezmeye karar verene dek…
İşte O’nun öyküsü böyle sıkıntılı bir gecemde başladı. Çoğu neredeyse çürümeye yüz tutmuş odalar arasında, sıkıntımı giderecek bir karakter ararken buldum onu yeniden. O kadar sesli ağlıyordu ki önce susturmak için yöneldim soğuk demir kapısına. Mum ışığı kapının altından sinsice süzülmüş olacak ki sessizleşti bir an.
Ayak seslerimi duyamazlardı zira… Sadece süzülürdüm o koridorlardan. Zaman zaman sayıklamalarını bile dinlerdim de fark etmezlerdi.
Elimi kapının kilidine doğru uzattım ve açılıverdi. Odanın köşesine sinmiş, ürkek gözlerle bana doğru bakıyordu.
Acaba nerede hayal etmiştim onu? İçimi bunaltan bir sohbet esnasında uzaklara dalıp gittiğim bir anın eseri olmalıydı. Ya da belki kahvemi yudumlamak için okuduğum gazeteye ara verdiğim bir anda… Aslında hatırlamıyordum bile, yüzünün neye benzediğini bile seçemiyordum. Oysa her ayrıntısı ile tasarladığıma emindim. Bakışında minnetsiz bir asalet gizliydi yani kesinlikle kahve içmekteydim o an. Sade ve şekersiz… Uzun ve bakımsız saçları ne kadar süredir burada olduğunun ipuçlarını verirdi her zaman ama bu kez farklıydı, hiçbir tahmin yapamıyordum. 3 ay önce de olabilirdi 30 sene de…
Bir şeyler söylemek için ayağa kalktığını fark ettim. Adımlarında müthiş bir ahenk vardı. Blues’ mu dinliyordum acaba? Kuş tüyünden bir zeminde yürürcesine hafif ama kararlı adımlar. Bu kadarını bile kurmuştum ha?
Tıpkı hayal ettiğim gibi karşımda durdu, başını öne eğdi ve beklediğim kelimeler döküldü dudaklarından.
— Seni bekliyordum. Biliyordum hatırlayacağını, ama bu kadar geç değil…
— Uğraşacak çok şeyim vardı. Hayat buradaki kadar basit ve boş değil… Dedim. Her zaman hazır bir cevabım vardı soracaklarını önceden tasarladığım zekice ya da aptalca sorularına.
— Beni anlatacak mısın artık? Dedi gözlerimin içine bakarak. Ağlamaktan kısılmış sesi güçlenmişti ve dayanılmaz bir derinlik kazanmıştı gözleri. Bu derece derin ve anlamlı bir bakış beklemiyordum bu cümlenin ardından. Hem bu da neyin nesiydi? Onu anlatıp anlatmamak benim inisiyatifimdeydi. Onun isteğinden tamamıyla bağımsız…
— Seni anlatmak? Neyini anlatacağım ki? Seni bir öykü için düşünmedim ki, sadece bir anlık görüntüydün benim için. Hem bundan bile emin değilim zira o anı bile hatırlamıyorum.
Bu genelde olmazdı, en azından şimdiye dek hiç olmamıştı. Her odaya girişimde ilk birkaç kelime konuşulmadan karakterimin yaratılmış anıları doldururdu odasının duvarlarını bir slâyt gösterisi gibi. Duvardaki görüntüler kesik kesik yansırdı en kötü ihtimalle, odaklanamadığım bir ana rast geldiyse. Oysa şimdi dört duvar simsiyahtı. Ne bir ses, ne görüntü, sadece birkaç tahmin…
Odadan çıkmak için arkamı dönüyordum ki sesiyle irkildim
— Gitmemelisin. Beni hatırlamadan çıkarsan olacakları biliyorsun!
— Yok olup gitmen neden umurumda olsun ki? Dedim omuz silkerek. Yok olmak?
Evet… Eğer öylece çıkıp gidersem bu tek bir anısı bile olmayan siluet sonsuza dek yok olup gidecekti. Bu benim tasarladığım bir şeydi, bunu ben biliyordum ama o? Nasıl? Nasıl bilebiliyordu?
— Kaybolup gitmemden korkuyor musun yoksa? Dedi. Bu kez yüzüme değil, yukarı bakıyordu. Şu an altında bulunduğum ve bu koridorlarda bulunan yüzlercesinin asla göremeyeceği, benim ise görmek için sadece gözlerimi açmam gereken simsiyah gökyüzünü izlercesine…
Önce bir cevap bulamadım. Zihnimde canlandırdığım soru bu değildi çünkü.
—Neden korkayım ki? Dedim alelacele. Aklıma gelen en saçma savunmaydı…
—Kaybolursam, öyküm de kaybolur çünkü.
—Saçmalık! Senin bir öykün yok! Sesim boş duvarlara sığmayıp tüm odalarda inlercesine yankılandı…
—Ya varsa ve sen onu unuttuysan? Tıpkı beni unuttuğun gibi?
—Seni unutmadım… Sadece… Sadece… Sadece neydi? Cümlenin gerisi gelmiyordu. Onu unutmuş olabilirdim ama öyküsü olan birini? İmkânsız! Bunun tembelliği de olmazdı. Ben uğraşmak istemesem bile öykü yazdırırdı kendini, kalemimden akardı kâğıda uyurgezer gecelerin birinde… Öyküsü olan biri unutulmazdı, kuraldı bu. Peki, o zaman öyküsü neydi ve onu bu kadar gururlu karşımda dikilecek kadar güçlü bir öykü nasıl kaybolup gitmişti?
—Bunu sen yaptın! Dedim. Ne dediğimin farkında değilmişim gibi bir hisse kapıldım. Alacakaranlık kuşağında gibiydim. O hiçbir şey yapamazdı, ben istemediğim müddetçe… ama söylüyordum işte; “Bunu sen yaptın!!!” cümle etrafımı sarıp boğuyordu beni…
—Ben bir şey yapmadım… Öyküm yoksa şu kapıdan çıktığın an yok olacağım. Bunu biliyorum. Ama öyküsü olan bir tek ben değilim bu odada. Farkındasın değil mi?
Donakalmıştım. Bu ne cüret? Ben? Öyküsüz? Odada ikimizden başka kimse yoktu ve ben öyküsüz olamazdım…
—Blöf yapıyorsun! Dedim. “şimdi arkamı dönüp çıkıyorum!”
—Çık… Tabi anlatacak bir öykün varsa o ayrı.
—Ben? Benim öyküye ihtiyacım yok! Ben öyküleri yazarım, onları yaşamam!
—Yani bir öykün yok?
—İhtiyacım da yok! Dedim sinirlerimi kontrol edemez bir halde.
—Benim de yok, artık yok… Gözlerindeki sinsi bakışı fark ettim. Ve o an anlamaya başladım.
Ben bu odaya girdiğim andan itibaren onun öyküsü başlamıştı. Sahibini yok edişinin öyküsü…
Yavaş yavaş odanın kapısına doğru yürüyüşünü izledim. Kapının üzerime kapanışını, mumun son ışıkları ile duvarların eski karanlığına gömülüşünü. Adımlarını duymuyordum çünkü kendi zihninin koridorlarında süzülmekteydi. Tıpkı bir zamanlar benim…
Ben?
Kimim ben?
…
27 Ağustos 2007 / Pazartesi-00:24