Mağdur…

1995 Temmuz, bir akşam babam eve gelip de; “çocuklar, size açıklamamız gereken bir kararımız var” dediği anı dün gibi hatırlıyorum. Annem gözleri yarı ağlamaklı, yarı mutlu bir şekilde; “Babanız bir iş teklifi aldı, Ç…’a taşınıyoruz” demişti.  Hayatta adını bile duymadığım o ilçeye taşınmak demek, çocukluğumun çoğuna şahit olmuş mahallemden, canım kadar çok sevdiğim komşularımdan, arkadaşlarımdan, okulumdan ayrılmak demekti… Hazırlıklar bir hafta sürdü, ben okuldaki arkadaşlarıma bile veda edemeden adını sanını duymadığım, her tarafı acayip insanlarla dolu bir ilçeye taşındım.

Babam artık daha çok maaş alacaktı, annem pazarda ne alacağım diye on saat hesap yapmayacaktı, soframızda hem kaşar hem de beyaz peynir olacaktı ve hatta sabah kahvaltısında köy peynirinden başka peynir yemediğini zannettiğimiz anne babamızın bizim(!) peynirlerimize uzandığını fark edip şaşıracaktık. “Sizin gelişmeniz lazımdı o yüzden biz sizin peynirlerinizden yemiyorduk” diyecekti annem yine gözleri kızararak. Kısa bir dipnot: hazırlıkta İngilizceyi öğrendiğim yıllarda bir gün anneannem “E kizum, İngilizcede anne ne demek?” diye sormuştu. Ben de aksanlı bir şekilde “maadır” demiştim. Anneannem kelimeyi birkaç kez tekrarladı; “maadır, maadır, maadur, mağdur… E kizum anneler her dilde ayni demek ki, hep mağdur” demişti. Mağdur dedikçe aklıma anneannem, annem, anneler gelir hep bu yüzden.

Neyse, konuyu dağıtmadan hikayemize dönelim. 1995 Eylül, orta üçüncü sınıfı okuyacağı okula gittik annem, babamla beraber. Kardeşim daha ilkokul üçüncü sınıf. Evin yakınlarında bir ilkokula kaydedildi. Ben orta bir ve ikiyi imam hatipte okuduğumdan, son sınıfı da imam hatipte okumam kararlaştırıldı. Sülalemizde zaten okuyan kız çocuğu yok, bir de devlet okulu falan maazallah! Hatta şöyle bir anıyı da sıkıştırıvereyim; Annem beni imam hatibe kaydetmeye gittiğinde bir komşumuz koşarak bize gelmiş. Ay Fatmaa! Sen kızı neden verdin o okula? Zehir gibi zeki, hem orada normal ders yokmuş, militan yetişir maazallah” demiş.  Annemi almış bir telaş… Sonra okul kitaplarımız alınınca hepsine bakmış, hepsi Milli Eğitimin kitapları. Komşumuzu çağırmış; “E abla bunlar devletin kitapları, bunlarla militan olunur mu?” demiş. Neyse, yeni okulum, o dönem her imam hatipte olduğu gibi hayırseverlerin yardımlarıyla inşa edilmiş ve hala bitmemiş bir bina. Bomboş bir inşaat arazisinde, her sınıfta bir sobanın bulunduğu dört katlı binada toplasan on beş sınıf yok. Okul o kadar yeni ki en büyük öğrencileri daha lise ikinci sınıfta. Karşımızda bir endüstri meslek lisesi var, okula giderken ellerindeki bira şişelerini bahçemize atıp “günaydın gri fareleeeer!” diye bağırıyorlar. (Formalarımız gri ve evet, meslek lisesine ayık giden yok…)

Öğrenci profili ise şöyle; “Aman en azından başına bir hal gelmeden biraz okusun” diyen ebeveynlerin çocukları koridorlarda volta atmakla meşgul. Sınıfımdan bir iki kişi hariç kimsenin üniversite gibi bir hayali yok. Zaten 40 kişilik sınıftan toplamda 15 kişi mezun olabilmiş. Çoğu lise ikiye bile geçmeden kocaya kaçtı. O sene Anadolu ve Fen liselerine giriş sınavı var. İlçede iki tane dershane mevcut. O dönem “irticacı” etiketi pek bir meşhur olduğundan birine gitmem mümkün bile değildi. Yine de bir görüşelim diye annemle gittiğimiz kurumdan “Biz dershanemizde böyle gerici şeyler kabul edemeyiz, imam hatipten öğrenci kabul etmiyoruz” diyerek resmen kapı dışarı edildik. Geriye tek bir yer kalıyordu o da tüm ilçenin “teneffüs zili yerine ezan okunuyormuş, namaz vakitlerinde sınıfta zorla namaz kıldırıyorlarmış” dedikleri diğer dershane. Dersler çoktan başlamıştı, orta sonlar için de yalnızca iki sınıf vardı A ve B sınıfı; on beşer kişilik. Beni herhangi bir deneme sınavına bile sokmadan “nasıl olsa buradaki imam hatiplilerin seviyesi belli” diyerek ikinci sınıfa koydular. Sınıfta zekâ ortalaması 80 bile değil. Denemeler yapılıyor, ben otuz kişi içinde ikinci oluyorum ama beni A sınıfına almıyorlar. Bu arada sınıf öğretmenimiz olan kadın bir gün beni kaldığı eve davet etti. Annem o zamanlar bırakın beni birinin evine yollamayı, servis dışında bir araçla eve gelmeme bile izin vermez. Sınıf öğretmenim daha önce annemle konuşmuş, beraberce gittik. İki öğretmen birkaç da üniversite öğrencisinin kaldığı oldukça sade bir ev. Ne yedik ne konuştuk hatırlamıyorum ama annem okuldan sonra o eve gidip ders çalışmama izin verdi. “Namazında niyazında insandan zarar gelmez kızım” dedi bana. Ben de her okul çıkışı oraya gittim. Etüd saatlerimiz vardı. Ders çalıştık, cemaatle namaz kıldık, tesbihat dedikleri duaları okuduk. Hepsinin kendine has melodileri vardı. Hele bazılarının nağmesi çok hoşuma gidiyordu, sırf tesbihat için namazları hep beraber kılalım istiyordum.  Sınava sayılı günler kala A sınıfından birkaç kızla beni kampa aldılar. Tabi ben pek çok konuda onlardan geriydim zira bizim sınıfta bir konu beş kere anlatılıyordu…

Kampta sabah namazıyla kalıp ders çalışıyorduk. Namaz ve yemek araları da dahil olmak üzere tüm programımız belliydi. Annem evde börek, kek yapıp getiriyordu bazen. Akşamları da çay demliyorlardı, ellerinde bazı kitaplardan hikayeler okuyup bir saat orada her bir kelimenin aslında ne demek istediğini anlatıyorlardı. Ben o hikayelerin çoğunu başka kitaplardan ilk okuldayken okumuştum. Bir gün öğretmenim “Sen Fethullah Gülen kim biliyor musun?” dedi bana. Orta okul birinci ve ikinci sınıftayken onun kitaplarını okuyan arkadaşlarım vardı. “Said Nursi’nin öğrencisi diye biliyorum” dedim. Okumak isteyip istemeyeceğimi sordu. Dedim “Hocası varken neden öğrencisinin kitabını okuyayım?” “Üstadın dili ağırdır, anlamazsın. Hocaefendi’nin dili daha anlaşılır, o yüzden” dedi. Velhasıl o zamana kadar kim ve ne oldukların tam bilmediğim bir grupla bu şekilde tanıştım.

Sınava girdim, sınavın hemen ardından sınıf öğretmenim üniversite öğrencileri ile beni tatil kampına götürmek istedi. “Sen zeki bir kızsın, normalde senin yaşındaki öğrencilerimizi götürmeyiz” demişti. Nasıl da gururlanmıştım… Aslında şimdi düşününce hatırlıyorum da kim bilir ülkenin hangi şehrinden oraya gelmiş, gününün yarısını ders anlatarak diğer yarısını da evde öğrencilere annelik yaparak geçiren, kendisini resmen bir davaya feda etmiş bir kadındı işte. Bir kere bile sesini kimseye yükseltmez hep gülümserdi. Bana iyi davrandıkları için de neden daha iyi olan sınıfta olmadığımı hiç sorgulamadım. İmam hatipteki arkadaşlarımın “onlar imam hatiplileri, milli görüşçüleri sevmezler” laflarını da hiç ciddiye almadım. Hem milli görüşçü neydi ki? Erbakancı mı? Onu da tanımıyordum ki? Hem bana neydi? Ergenliğe yeni giriyordum, okuldan bir çocuğa aşıktım, o ise benim en gıcık olduğum kızla çıkıyordu… Yani çok dertliydim. Kamp mı artık her neyse benim için bir kaçış olacaktı.

Kampta kitaplar okuduk. Benim yanımda Tolstoy’un Savaş ve Barış kitabı vardı. Kitap okuma yarışması yapacağız dediler. İki koca cildi bir haftada okudum. Ama tabii ki Risale dedikleri kitapların bir sayfasını dört sayfa saydıklarından yarışmayı ben kazanamadım. Kamp boyunca aşık olduğum çocuğu düşünüp ağladığımı hatırlıyorum. Soranlara da ailemi özlediğimi söylüyordum…  Akşamları  sohbet kasetleri izleniyordu. Ben hep bir bahane bulup kocaman terasa kaçıyordum. Herkesin hüngür hüngür ağladığı şeyleri izlemek keyif vermiyordu açıkçası. Hem niye ağlayıp duruyorlardı ki? Benim ağlayacak sebebim vardı kendimce. Bence Peygamberden bahsedilirken ağlamak yerine gülümsemeliydi insan. Onun gibi güler yüzlü olmalıydı hep. Velhasıl bir akşam öğretmenim ısrar etti izlemem için. Minicik bir ekranda duyduğum cümleler şunlardı; “… bugün Peygamber ocağında namaz kılınmasına izin verilmiyor, inanmayan hakimlerin zulmü altında masumlar inliyor… devletin her bir kademesi komünizm propagandası yapanlarla doldu, okullarda dini eğitimin kaldırılması an meselesi, gençlik imansızlıkla yetişiyor… İşte bu sebepten okuyun, kendinizi gizleyin, okuyun, devletin her bir kademesine girmeniz büyük önem taşımaktadır. Askerimizi, hukukumuzu, devletimizi bu dinsizlik illetinden korumalıyız…” tam cümleler değil belki ama aklımda kalanlar bunlardı işte. “Galiba haklı” diyordum.

Mahallemizde asker lojmanları vardı. Nöbetteki er ağabeylerle hep selamlaşırdım. Hatta bir tanesini uzun süre görmeyince merak etmiştim. Sonra gördüm… gözlerinin altları morarmış bir halde. “Ben de askerliğiniz bitti sandım” dedim selam verip. “Kuran okurken yakaladı komutanım, bir hafta hücre cezası verdi” dedi bana. Yalan söylemiyordu. O dönem askerde namaz kılmak, kuran okumak şöyle dursun, İnşallah, maşallahlı konuşmak bile dayak sebebiydi erler için. Yaşadığım ilçe asker kaynıyordu ve sokakta bile abuk-subuk sebeplerden dayak yediklerine şahit oluyorduk ana kuzularının…

Belki de adam haklıydı. Tüm kurumlar dinsizlerin eline geçmişti belki de? Aklım ermiyordu olan bitene ama yine de her şeye karşı mesafeliydim. Sonuçta Allah insana kitap göndermişti, açıklasın diye peygamberler vermişti ama en çok da akıl vermişti, vicdan vermişti. Akıl edenler için gerek yoktu guruplara, cemiyetlere, cemaatlere. O yüzden çok da sallamadım beni içlerine dahil edip etmemelerini. Bol bol çay demleyip hikayeler anlatan, hep gülümseyen bir sürü ablalardı işte. İşin bir de ağabeyler boyutu olduğunu daha sonradan öğrendim. Sonuçta ablalar nasıl girsindi ki askeriyeye falan? Neyse çok uzatmayayım dedim ama çok olmuş… Gece gece uykusuz kalmanın etkileri işte bunlar.

Lise giriş sınavları açıklanmadan memlekete gittik ailecek. Birkaç hafta kaldık sonra da geri döndük. Eve bir geldim ki kapıda sonuç zarfı… Kalbim yerinden çıkacak! Yomra Fen Lisesi yazıyor! Yedeklerden birinciyim! Bir kişi kayıt yaptırmazsa ben gireceğim! Havalara uçtum ama uçuşum kısa sürdü. Annem “ben hayatta yollamam seni oralara” dedi. Bu arada başka bir dipnot, benim ÖSS’ye girdiğim sene ÖSS birincisi Yomra Fen Lisesi’nden çıktı. Neyse, evde kızılca kıyamet koptu. Annemin inadı baskın geldi bu kez o kıçı kırık ilçede hangi liseye devam edeceğim konusunu açayım dedim; açmaz olaydım! Tabii ki imam hatip! Başka nereye gideceksin? Diğer okullar alkolik kaynıyor diye bir başladı… Durdur durdurabilirsen. “Ben imam hatibe gitmem! Bak üniversiteye giremeyecek artık İHL’liler” diyorum, yok! Ne kavgalar ne kıyametler… Birkaç hafta bu mücadele sürdü. Annem de babam da deli gibi okumamı istiyor ama ne olacağı konusunda o kadar bilgisizler ki o zaman… Sonuçta 14 yaşında aklı bir karış havada bir kızın lafıyla mı hareket edecekler? “Okumazsın, oturursun evde” diyor annem başka bir şey demiyor. Ama içi de kan ağlıyor. “Gavur memleketi mubarek! Devlet lisesine yollasak dinsiz olup çıkacak!” Valla kimse alınmasın ama o dönemde her tipik Anadolu ailesinde fikir ve manzara aynıydı. Okuyan Gomoniz (komünist) oluyordu çünkü (!). Şaka gibi ama gerçek.

Velhasıl-ı kelam sevgili sınıf öğretmenimiz beni görüşmeye çağırdı. İmam hatibe devam edersem üniversiteye giremeyeceğimi bana net bir şekilde anlattı. ÖSS birincisi bile olsam kırılan puanımla en düşük üniversiteye girebilecektim. Onun yerine bana hem baş örtümle gidebileceğim hem de ailemin güvenebileceği kız kolejleri olduğunu anlattı. Ulan düne kadar fakirdik biz ne koleji? Babam hala kooperatif evinin borcunu ödüyor, daha elimiz yeni bolluk görmüş, ne koleji? Babam her ay maaşını yatırsa da yetmez. Bu zamanın parasıyla babam o gün belki 2500 lira alıyor (o bile nasıl zenginlik gelmişse artık) O zaman kolejler yıllık 10-15 bin… Misal yani. Neyse, bizimkilerle konuştu öğretmenim. Ben İstanbul’da bir kız kolejinin sınavına girdim, %15 mi ne indirim yaptılar, yeni açılmışlar, 4000 gibi bir fiyat çıktı. Babam illa ki okuyayım istiyor, annem hala hesap yapıyor vs. vs.. derken babamın yeni patronu bir büyüklük yaptı ve ilk sene paramı peşin ödedi. (Tabi ben süper başarılı olamayınca sonraki sene yarısını, ondan sonraki sene %30unu ödedi. Son sene ihalesi de bizim pederin omuzlarına kaldı)

Normalde bu kız kolejleri de 8-10 bin ama bu yeni kurulmuş. Benim o arsa içindeki dört katlı on beş sınıflı, sobalı okulun yanında burası uzay üssü! Ha bir de yurt dedi var! Yurda da yıllık 1500 lira gibi bir para ödeniyordu sanırım. Şu an rakamları çok pis sallamış olabilirim. Tek bildiğim masraf olayının bize göre büyük ama normal zenginlere göre ucuzdan az pahalı olduğu. Evden okul iki buçuk saat sürüyor. O da babamın Lada Samara’sı ile. Bazen Cuma akşamları beni almaya gelirdi, arabanın içine dolan soğuktan ayaklarım uyuşurdu onu hatırlıyorum. Hatta bir kez tipinin içinde kalmıştık, bir TIR’ın peşine takılıp tam beş saate eve varmıştık.

Neyse, formasıydı, kitabıydı, yurt için malzemeleriydi derken pederin belini iyice büktükten sonra elimde valizimle okulun kapısında dikildiğimi hatırlıyorum… Listeden adımı buldum, yurtta kalacak diğer öğrencilerle valizlerimizi en üst katta boş bir sınıfa bıraktık ve sınıflarımıza girdik. Heyecanlıydım, korkuyordum, mutluydum, ailemi özlüyordum… Biri bana dokunsa ağlayacaktım işte. Hem özgürdüm hem tutsak. O an yaşadığım duygusal hezeyanlara vb. girmek istemiyorum ama belini sonradan doğrultmuş (tam da doğrultamadılar sayemde) bir ailenin çocuğu olarak ortama çok da uyum sağlamış hissetmiyordum kendimi.

Derken ülke iyice gerildi… Bir anda Fadime Şahinler, Aczimediler türedi. Hafta sonu eve gittiğimde evden çıkamaz oldum. O zamana dek komşularıyla askeriyedeki marketine girebilen annemi çay bahçesine dahi almamaya başladılar. Ha bu arada o komşular, “ay siteye irticacılar geldi galibaaa” diyerek bir sene kapımızı çalmayan komşulardı. Sonra biri cesaret (!) edip annemi çaya davet etmiş de anlamışlar bizim kafa kesen irticacılar (!) olmadığımızı. Medya bangır bangır nefret pompalıyordu. İmam Hatiplilerin hepsi birden bir partinin arka bahçesi oluvermişti, sakallı şalvarlılar polislerce karga tulumba sokaktan toplanıyordu. Belirsiz sürelerce içeride tutuluyordu. İşkence haberleri yapıyordu bazı aşırı sağ gazeteler. Gazeteler gün aşırı toplatılıyordu. İmam hatipte okuyan arkadaşlarımı ziyarete gidiyordum. Devlet, resmen “ateistim ben” diyen öğretmenleri kasten imam hatiplere atıyordu. Kadının biri arka sırada kızın birini Kur’an ezberini yaparken yakalamış, kitabı fırlatmış diye okul ayağa kalkmış ben gitmeden birkaç gün önce. Okulu polis basmış, kadının üstüne yürüdüler diye tüm öğrencileri sorguya çekmiş. Olaylar olaylar… “Bizim başımızı da açtıracaklar” demişti bir arkadaşım. Oysa mesela bizim kolejde isteyen başı açık gelebiliyordu isteyen başörtülü. İmam hatipler kapatılsın diye köşe yazıları vardı. Ulan açık kalsa ne olur, imam hatipliye iş veren bile gazeteye manşet oluyordu. Derken askeriye listeler yayınladı, bu listenin dışında kalan firmalar-kurumlardan alışveriş yapmak, iş yapmak falan maazallah kurum kapattırırdı. Akreditasyon… Misal mescidin var ya da kuran kursuna bağış yapıyorsun ya da başörtülü yöneticilerin var hoooop “akredite deyıldır” etiketini ye, otur aşağı. Ne oldu? Millet o başı örtülü finans müdürünü, insan kaynakları memurunu, sekreterini kovdu. Sarışın ablaları doldurdu şirketine, aldı akreditasyonunu, yürüdü gitti. Peki bu arada o kadınlar ne oldu? Eve dönüp kıçlarının üzerine oturmak zorunda kaldılar…

Peki tüm bunlar olurken sağ cenahtaki medya ne yapıyordu? Milli görüş tayfasının kimi “bu orduya ayar lazım” lafları edip içeri atılıyordu, kimi dua edin diyordu. Bizim okula gelen gazetede ise hiçbir şey yazmıyordu! Sıfır! Lan? Benim arkadaşlarımın okulları kapanacak? “İHL’ler de fazla oldu artık!” aaaa ordu hukumetin istifasını istedi! “Beceremiyorsunuz artık bırakın” Lan? Din kardeşiydik?

“Arkadaşlar, artık okulumuzda öğrenci ve öğretmenlerimizin baş örtüsü takması yasaktır. Zaten kız lisesi merak etmeyin…”

-Ama diğer kolejlerde izin var?

-Biz göze batamayız…

-peki…

Böylece İmam hatipli arkadaşlarımca davaya ilk satışı gerçekleştirmiş oldum. Ne davası? Kimin davası? Dava ne? Okuyacağım oğlum ben! Benim çocuğum bunu yaşamasın diye ben okuyacağım tamam mı?

-peki…

Bu arada yurda iki sene dayanabildim. Aileme “Ya İstanbul’a gelirsiniz ya da beni kaybedersiniz” restim işe yaradı sanırım. Apar topar İstanbul’a geri taşındılar. Babam da her gün, gidiş-dönüş toplam dört saat arabayla işe gitmek zorunda kaldı ama olsun zaten sonra iş yeri taşındı.

Yurtta oda ablası, sınıf ablası, sınıf hocası, yurt müdiresi, sınıf annesi derken etrafım bir sürü kadınla doldu taştı. Oda sohbetlerine her seferinde kulağımda walkmanimle katıldığım için bir sürü uyarı aldım. “Ben anlattıklarınızı zaten biliyorum” dedikçe daha 21-22 yaşında, en az yirmi genç kızın tüm sorumluluğunu üstlenmiş o kadınların sinirlerini muhtemelen alt üst ettim. Pek çoğu Anadoludan gelmişti. Aileleri, bu yurtlarda kalacaklarını bilmeseler onları okutmazdılar bile. Yurtlara güvenilirdi çünkü her şey yasaktı. Kendi başına dışarı çıkamazdın, öyle camdan bakayım falan yok. Otur, ders çalış, sohbetini dinle, namazını kıl, kitaplarını oku, sorgulama vs. vs…

Çok farklı ablalar tanıdım. Kimisi üniversite okuduğunu bile gizliyordu ailesinden. Kimisi ise kaldığı yeri… Ailesinin yanına giderken başını açan bir abla vardı. “Namaz kıldığımı öğrenseler ben evlatlıktan reddederler” demişti bir gün. Sabah okula gidip, akşam bize ders anlatıyordu pek çoğu. Etüdler saat 9’a kadar sürüyordu. Haftada iki gün çay sohbetinde yine çoğunu bildiğim hikayeleri anlatıyorlardı. “Niye başka kitap okumuyorsunuz?” dediğimde “bunlar bana yetiyor” cevabını alıyordum. Ha, okuyan yok muydu? Vardı. Zehir gibi zeki, Astronomi bölüm birincisi, NASA’dan teklif almış bir abla vardı mesela. “Ben burada kalıp öğretmen olurum, vatanıma hizmet ederim daha iyi” demişti.  Kimi ablalar arasında da popülerlik yarışı vardı deli gibi… en sevilen en popüler abla olup, en iyi ağabey ile yuvası kurulsun istiyordu. İyi abla olursa işi hazırdı, eşi hazırdı… Çalıştığı kurumda maaşının yarısını bağışlayacaktı ama olsundu. Neye ihtiyacı olsa karşılanırdı. Eşi, çocuğu, evi ve öğrencileri. Memlekete imanlı ve temiz öğrenciler yetiştirecekti…

Yurttaki dolabımda Şebnem Ferah posteri asılıydı. Ablanın biri sürekli gelip sökerdi posteri “Kim yenmiş kaderi duayla” diyordu çünkü bir şarkısında. Şimdi ne yapıyor acaba? Bir akşam televizyonun başına topladılar bizi. İki öğrenci bir TV programına katılıp açıklamalar yapacakmış. Günlerce reklamı döndü, ablalar günlerce dua etti ama kaderi yenemediler… Çocuklar çıktı; dershane, ev, esnaf bilmem ne yok cemaatin sacayağı yok şöyle para topladılar yok ağabeyler böyle para yedi diye iki saat anlattılar da anlattılar. Bir şey de olmadı. Ne okulları kimse bastı ne dershaneleri. Bir kez milli güvenlik hocası komutanıyla geldi, kütüphanelerimizi didik didik aradılar. Ama birkaç gün önce zaten kütüphanelerimiz boşaltıldığı için hiçbir şey bulamadılar. Benim Nutuk kitabım gitti, gelmedi…

Okulda aldığım eğitim, öğretmenlerim hakkında hiçbir şey yazamam. Hepsi inanılmaz yetenekli, azimli ve zeki kadınlardı. Dersi kaynatmaya kalksak “burada anne babanızın parasıyla okuyorsunuz, onların hakkına girmeyin” diye uyarırlardı bizi. Öğretme becerisi olmayan öğretmen olamıyordu, net!

Sonra dershaneye yazıldım… Kabus ki ne kabus! Yine yazın memlekete gittiğimizden ilk deneme sınavını kaçırdım. C sınıfına koydular beni (A,B,C diyorum ama isimler farklıydı muhtemelen) sonra, yurttaki ablalardan biri cumartesileri sohbete çağırmış benim sınıfı. Bu abla da “bu kız sizi yoldan çıkarır, yaklaşmayın” diye beni yurtta bir süre bir başıma bırakmış birisi. Gitmedim… İlk dönem boyunca tüm deneme sınavlarında yüksek puan yapmama rağmen sınıfımı değiştirmediler. Tercih döneminde de tek başıma yaptığım tercihler sonucu mal gibi KTÜ’ye düştüm…

Tahmin edin oraya ne şartla yolladı ailem beni? Tabii ki yurtlarda kalmam koşuluyla. Aman başıma bir hal gelir! Peki ne oldu? Daha üç ay geçmeden, fazla “sevap point” toplamak isteyen bir ablanın beni yurt müdiresine gammazlaması sonucu ailem 18 saatlik yolu 12 saatte ve üç kez ölümlü kaza riski atlatarak aştı ve Trabzon’a geldi. Ablanın iddiası benim okulda satanistlerle takılmam ve bir de satanist sevgilimin olması, okulda mini etek giyip makyaj yapmam vs… peki gerçekte olan? Okulda Kadıköy tayfasından birkaç Harcore Rock’çı çocukla arkadaş olmam. Mini eteği de anca pantolon üstüne giyerim ben…  Ailemle adam akıllı konuştum, arkadaşlarımla tanıştırdım. Sonuçta da yurttan bir temiz kovuldum. Beni valizimle kapı dışarı ettiler. İki ay devlet yurdunda, hafta sonu Çömlekçi’ye konsomatrislik yapmaya giden iki kız öğrenciyle aynı odada kalmak zorunda kaldım…

Hayatım boyunca bir gruba ait olmamak adına futbol takımı bile tutmadım ben.

Peki şimdi ne oluyor biliyor musunuz? Başvurduğum devlet kurumları ya da özel büyük şirketlere bir şekilde mezun olduğum kolejin adı fısıldanıyor. Bu, bir oluşuma sürekli teğet geçen bir birey olarak sadece benim yaşadığım. Peki mesela aynı okuldan mezun olduğum, sonra orada öğretmenlik yapan arkadaşlarım? Bir üstüne “neden?” diye soramadıkları bir grubun içinde var olmanın sonuçlarına mı katlanıyorlar? Bilmiyorum.

Bu arada ben o okulda okurken bizim okulda, bugün ülkenin ileri gelen bürokratlarının kızları da okuyordu. Ama mesela onları etiketlemeyi, damgalamayı kimsenin bir tarafı yemiyor.

Daha yazmadığım, yazamadığım bir sürü şey var. Saat 5.58, tüm uykum kaçtı. Haftalardır bir parça huzurum yok. Sevdiğim her şey birbirine girdi. Nefret ettiklerim de…

İslam asla sorgulamayı yasaklamaz, gizlilik de kimseye gerçekten yarar sağlamaz. Sorgulamalar başıma çok dert açtı ama yine de vazgeçmeyeceğim galiba…

 

Mağdur…” için 2 yorum

  1. It was many and many a year ago,
    In a kingdom by the sea,
    That a maiden there lived whom you may know
    By the name of …..

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir