Bir terastayım… elimde yarısı rüzgar tarafından içilmiş bir sigara, saçlarım yüzümü neredeyse tamamen kapatmış, gözlerimden akmış rimeli burnuma ve ağzıma dağıtmakla meşgul.
Ne düşündüğümü bilmiyorum ama inanılmaz bir hüzün var içimde.. tüm yapamadıklarım için yastayım yalnızca.
Gün batımına birkaç saat var, etraftaki çatılarda, her adımımı izleyen keskin nişancılara takılıyor arada bakışlarım. Onları görmemiş gibi yaparak etrafımı seyre dalıyorum. Teras duvarının üzerine bıraktığım, buz gibi olmuş çayımdan son bir yudum, közü artık filtresine dayanmış sigaramdan son bir nefes, izmariti fırlatıp atıyorum.. artık kirlenen dünya umurumda değil.
Bulutlar toplanıyor gökyüzünde; kırmızı, mor, mavi… bu dünyanın en ilginç gün batımı.. zira hemen ardından gelecek bu kez gün doğumu…bana özel olsa gerek. İçeriden annemin hıçkırıklarını duyuyorum.. kardeşim de birkaç arkadaşıyla ağlıyor salonda. Hepsi, bunu haketmediğim hususunda hemfikir. Oysa en hakedenlerin bile anneleri, kardeşleri, babaları ağlamaz mı sonunda?
Merdivenlerden bahçeye iniyorum. Aklımdan bir kaç kez firar etme düşüncesi geçse de, bir kurşunla kalan birkaç saatimi de heba edemem diye düşünüyorum. Bahçe o kadar bakımsız ki.. toprağın üzerinde, 30 derecelik eğimde durmaya çalışan metal ayaklı masa bile tiksiniyor bulunduğu ortamdan besbelli. Pastan bir ayağı çürümüş sandalyeye oturuyorum, sabahlığımın cebinden tabakam ve çakmağımı çıkarıp bir sigara daha yakıyorum. Şu an beni tek rahatlatan şey bu. Ayaklarımı uzattığım toprağın üzerinde öbek öbek karıncalar. Ayak parmaklarımı toprağa sokuyorum, karıncalar üzerlerinde geziniyor. “sabredin..” diyorum içimden.. yakında tüm bedenimin üzerinde gezineceksiniz.
Yine şanslıyım ki son günümü ailemin yanında, evimde geçirmeme izin verdiler. (her tarafımı sarmış güvenlik güçleri, keskin nişancıları görmezden gelebilirsem, kendimi daha iyi hissedebilirdim) Oysa nasıl isterdim bugünü kuzenimle taksimde geçirmeyi.. Mangal Keyfi’nde birer dürüm, Mustafa Amca’nın efsane Türk Kahvesi, akan kalabalığın içinde yitirdiğim düşüncelerimle klasik bir Cumartesi. Oysa, gün doğarken idam edilecek olmam, şu an bulunduğum durumu bile lüks statüsüne sokmakta. Ah! En azından nasıl öldüreceklerini bilsem… asılacak mıyım? Yoksa iğne mi? Belki de zehir.. Elektrikli sandalye olmasın da.. daha suçumu bile bilmiyorum. Bilsem karşı çıkacağım. Ben kötü bir şey yapmadım.. hele ölümü hakedecek kadar kötü bir şey? Asla!
Daha ne çok şey var yapmak istediğim.. doğru dürüst aşık bile olmadım henüz. İzlemediğim filmler, okumadığım kitaplar var. Yazmadığım öyküler… hani ben öldükten sonra o notlara sarılıp ağlayacak hayranlarım?
Tanıdık bir melodi çınlıyor kulaklarımda. Kafamı çevirdiğimde bir koltuk görüyorum. Üzerinde beyaz gömleğim, ütülü pantolonum… iş kıyafetlerim bunlar! Zihnim bir kaç saniyelik dalgalanmanın ardından açılmaya başlıyor. Bu yalnızca bir kabus.. yalnızca bir kabus…
İlk defa işe gideceğim için seviniyorum…
A.C. 2010