Ağzında tuttuğu filtreyi incecik kâğıdın içinde silindir haline getirdiği tütünün baş tarafına nazikçe yerleştirdikten sonra, kâğıdı, yapışkanlı tarafını diliyle ıslatarak tek bir parmak hareketiyle kapattı. Hazırladığı sigarasını dudaklarının arasına yerleştirip parmaklarını yeniden klavyesine uzattı. Gözlerini kapatıp saatlerdir yazdığı makalenin kapanışı için kafasında dolanan cümleleri içinden tekrar etti. Ağzındaki sigaradan bir nefes çeker gibi, gözleri kapalı halde derin bir nefes aldı. Gözlerini tekrar açıp yazının başındaki birkaç imla hatasını düzeltti. Cümleler son halleri ile aklında, fısıldayan dilindeydi. Hazırdı. Gözlerini ekrandan ayırmadan masasının köşesindeki muma uzandı.
Ne zaman yazmak için masaya otursa, kül tablasının hemen yanındaki mumunu yakardı. Zira ölümüne nefret ettiği ama bir yandan da yaşamak için nimetlerine mecbur kaldığı modern dünyada, onu özendiği o ilkel ama romantik döneme taşıyan tek şey, yazısı bitene dek ona eşlik eden mumuydu. Her hafta, seçtiği konu üzerinde tüm kaynaklarını incelemiş, notlarını almış halde bilgisayarının başına geçtiği an yaktığı, çoğunlukla sigarasını yakmak bazen de kül tablasını boşaltmaya üşendiği anlarda küllerinden de nasibini alan mumun yazı bitene dek yanması şarttı. Toprak bir kabın içerisine parafin dökülmek suretiyle kasabanın el işleri satan dükkânında hazırlattığı mumlar, yazı masasının çekmecelerinde sıralarını bekliyor. Şimdi buraya kadar anlattıklarımızla, yazar olduğunu tahmin ettiğimiz kişinin yazılarını bir bilgisayar ekranına, mum ışığı eşliğinde yazdığı zannedilmesin. Masanın üstü tonlarca kaynak kitap kaynıyorken, her defasında notlarını tekrar tekrar kaybeden, tütününü çakmağını kitapların arasında bazen saatlerce bulamayan yazarımızın yine de modern bir masa lambasına mecbur olduğunu not düşmemizde fayda var.
Şimdi, elini muma uzatmış olan yazarımıza dönelim.
Yerini ezbere bildiği küçük toprak kabı sol eliyle kavrayıp yüzüne yaklaştırırken gözlerini ekrandan ayırdı. Sigarasını dudaklarıyla mumun alevinin olması gereken yere uzatırken mumun sönmüş olduğunu fark etti. Mumu masaya geri koyarken çakmağını nereye koymuş olabileceğini düşünmeye başladı. Kafasında hala en vurucu halleriyle kapanış cümleleri dolanıyordu. Kitaplarını not defterlerini kaldırdı, aralarını silkeledi. Çakmak muhtemelen yine saklambaç oynamak istiyordu. Çekmecelerin birinde kibrit olmalıydı. Masa lambasını çekmecelere doğrultup teker teker içlerini kontrol etmeye koyuldu. En sonunda bir çekmecenin dibinde bir çakmak ve iki kutu kibrit buldu. Çakmağı, içinde gaz olup olmadığını kontrol etmek için ışığa tuttu. Yüzünde bir gülümseme belirdi. Oldum olası manyetik çakmaklardan hoşlanmazdı. Başparmağı ile çakmağın dönen metal parçasına bastırdı. Çakmağa her bastırışında fıslamaya benzer sesi duymaya başlayınca “çakmak taşı bitmiş herhalde” dedi kendi kendine. Kibritlere yöneldi. Kutudan bir çöp çıkarıp yanan uç kısmını kutunun kırmızı fosfor ve antimon sülfürlü yüzeyine sürttü. En ufak bir hareketlenme yoktu. Tekrar denedi, yine aynı sonuçla karşılaştı. Kutunun nemli olup olmadığını kontrol etti. Kupkuruydu. Hatta hava biraz daha sıcak olsa kendiliğinden bile tutuşabilirdi. Kibrit çöplerini teker teker kutuya sürterek denemeye devam etti. Nafile… Diğer kutuya uzandı. Bir, iki, üç, dört… Her defasında sabırsızlanarak sigarasını dudaklarının arasında ezmeyi sürdürdü ama sonuç; yerde üst üste yığılmış onlarca kibrit çöpü.
Tekerlekli sandalyesini masadan uzaklaştırarak mutfağa yöneldi. Sinirli bir şekilde tekerlekleri çevirip bir an önce mutfağa ulaşma arzusu ona neredeyse yine bir kapı ile tekerlek arasında sıkışan parmak talihsizliği yaşatıyordu. Mutfağa vardığında ocağa yöneldi. Gazı açıp ateşleyiciye defalarca bastı. Ocak yanmıyordu. Bir anlık dalgınlıkla elektriklerin kesik olduğundan şüphelenecekti ki bilgisayarının açık ekranı, masa lambasının ışığı ve koridorlardan geçerken otomatik yanan lambalarının zihnindeki kalıntıları ve mutfağın tepesinde hala yanan avizenin görüntüsü, bu düşüncesini fena halde çürüttü.
Mutfak çekmecelerindeki çakmakları aramaya koyuldu. Dudakları arasında ezdiği sigarası artık dişlerinin arasındaydı. Her bir çakmağı eline alıyor, sistemi çalıştırıyor ama sonuç alamıyordu. Elektrik ocağını açıp ısınmasını bekledi, sigarasını kor kızıla dönen cama yapıştırıp kağıdın üzerinden yükselen minicik dumanları görmeyi bekledi ama sonuç yine düş kırıklığıydı. Sigara yanmıyordu. Küfür etmemek için dişlerini sıktı ve ocağı tekrar yakmaya çalıştı. Tanıdık gaz sesi ve kokusu mutfağı dolduruyordu ama görmeyi umduğu o mavi alevler bir türlü belirmiyordu. “bu bir kâbus olmalı” diye geçirdi içinden. Ne yapacağını bilmez halde oturma odasına yöneldi. Yazıya dair ne varsa uçup gitmişti kafasından.
Televizyonun karşısına geçti. Kanallar arasında gezinmeye başladı. Bir belgesel kanalında, balta girmemiş ormanlarda yaşayan ve modern dünyadan haberi olmadan yaşayan bir kabilenin yaşamı vardı. Belgeselciler, muhteşem keşiflerini, uzaktan kameralar ve gizli mikrofonlarla nasıl çektiklerini, bu insanların hayatına müdahale etmemelerinin e büyük bir başarı olduğunu büyük bir kıvançla anlatıyorlardı. “Vahşi hayvanları doğal ortamında gözlemliyormuş gibi çalıştık. Düşünebiliyor musunuz? Bu insanlar daha elektriğin icadından bile haberdar değiller!” Belgeselcinin küçümseyen tavrını gizlemeye çalıştığı gurur tonlaması yazarın midesini bulandırmaya yetti. Kanalı değiştirdi. Üç dört gazeteci, bir moderatör eşliğinde son savaş haberlerini değerlendiriyordu. “Artık iletişim çağındayız, insanlar dünyanın dört bir yanına ulaşabiliyorken, konuşarak bile halledilebilecek meseleler yüzünden hala dünyayı ateşe verebilmemiz akıl alır gibi değil” diyordu gözlük çerçeveleri ciddiyetinin altını çizercesine kalın olan bir gazeteci.
“İletişim çağıymış…” diye iç geçirdi yazar ve yine kanalı değiştirdi. Bir adada, ilkel koşullarda yarışan insanların konu edildiği bir programa rastladı bu kez. “Birinin hayatı, ötekinin ütopyası” diye geçirdi içinden yazar. Bedenleri kızgın güneşten kararmış, açlıktan yüzleri çökmüş yarışmacılar, ateşte nar gibi kızarmış bir tabak et için birbirlerini yercesine mücadele ediyorlardı. Kutsallığına inandıkları her şeyi unutmuş, koparıldıkları uygarlıklarının esemesine rastlanmayacak derecede ilkelleşmeye yüz tutmuşluklarıyla ‘iletişim çağı’nın çöküşünün en canlı örneğine dönüşmeye başlamış bu insanları daha fazla izlemeye dayanamayan yazar olanca hırsıyla kumandanın düğmesine basmaya devam etti. Gündüz kuşağında yayınlanan yemek programlarından birinin tekrarı yayınlanıyordu. “Kısık ateşte on dakika kadar kızaran soğanlarımızı jülyen doğranmış biberlerimizle kavurmaya devam ediyoruz” dedi sunucu. Bir anda ekranda yanan ocağı görünce yazarın içi sıkıldı. Kanalı değiştirdi. Siyah beyaz bir filmde takılı kaldı bir an. Roma sokaklarında yürüyen adamın bir an Trastevere Nehri’ne doğru durup cebinden çıkardığı çakmakla ağzındaki, üzeri çiçekle sansürlenmiş sigarasını yaktığı an yazar ağzına gelen küfürü yutarak önce televizyonun sesini kıstı sonra yine kanalı değiştirdi.
Kafasını geriye doğru atıp tavanı izlemeye koyuldu. On sekizinci yüzyılın sonlarına doğru yapıldığını tahmin ettiği evinin salonunda, bir zamanlar şu an baktığı boş çengelde asılı duran, ya bir antikacının başköşesini süsleyen ya da çoktan kaybolup gitmiş avizeyi düşündü. Neredeyse otuz sene önce babası bu evi satın aldığında henüz on yaşlarındaydı. Eve girer girmez ilk iş olarak bodrum ve tavan arasını keşfe çıkmış, tavan arasında neredeyse yüz yıllık bir yağlıboya tablo bulmuştu. Tablonun pek çok yeri küften solmuş, tablodaki yüzlerin çoğu silinmişti. Şöminenin önündeki bir koltuğun etrafına toplanmış aile üyelerinin hemen tepelerinde tüm ihtişamı ile parıldayan bir pirinç avize vardı. Tablonun tek sağlam kalan ve renklerini kaybetmemiş yeri burasıydı. Resmi uzun süre inceledikten sonra koşarak merdivenlerden inmiş ve avizenin olması gereken yerde bomboş bir çengel bulduğunda ise üzülmüştü. Babasına resmi gösterip avizenin nerede olabileceğini sormuş cevap olarak ise “O paslı şeyi evimde saklayacak halim yoktu ya, emlakçıya söküp atmasını söyledim” cevabını almıştı. Zaten babasının eski ya da antika denilebilecek her şeye tiksintiyle bakmasına rağmen bu eski evi neden aldığını hiç anlayamamıştı. Birkaç kez sormaya çalışmış ama evden şikâyet ettiğini düşünür korkusuyla sorularını yutmak zorunda kalmıştı. Sürekli iş gezilerine çıkması dolayısıyla eve pek uğramayan bir adam için muhtemelen evin yeni ya da eski olması değil, henüz ergenliğe bile girmemiş kızının evde tek de kalabileceği şekilde korunaklı olması önemliydi. Ev kasabanın biraz yukarısında, etrafı yüksek duvarlarla çevrili bir bahçenin ortasındaydı. Bahçede her zaman dolaşan iki bekçi köpeği, evi yalnızca tehlikeli serserilerden korumakla kalmıyor, bahçedeki meyve ağaçlarını mesken tutan kasabalı çocukları da evden uzak tutuyordu.
Babasının emekli olup eve temelli yerleşmeye karar vermesi ile kendisinin üniversite eğitimi için evden uzaklaşması aynı yıla denk gelmişti. Dört sene sürecek gazetecilik eğitimi için ülkenin diğer ucuna giderken babası da ona eşlik etmişti. Araba ile 18 saat süren yolculuğun sonlarına yaklaşırken karşı istikametten hızla gelen bir kamyonetin şoförü sigarasını yakmaya çalışıyordu. Önüne çıkan keskin virajı fark edemeyen şoför direksiyonu kırmasıyla yolun ortasında devrilerek sürüklenmeye başladı. O sırada, evden bu kadar uzak bir üniversiteyi tercih etmesi yüzünden babasıyla girdiği sessizlik savaşını bozan yine kendi çığlığı oldu. Gözlerini açtığında kaybettiklerini sırayla öğrendi; komada geçen iki koca yıl, babası ve yürüme yetisi.
Kaldığımız yere geri dönersek; yazarımız hala salonun ortasında, tavana gözleri sabitlenmiş bir şekilde hareketsizce tekerlekli sandalyesinde oturuyor. Elindeki kumandayı sinirli bir şekilde sallamakla meşgul ve hala yakamadığı sigaranın filtresi, dişlerinin arasında ezilmekten neredeyse kopacak durumda. Kaç dakika geçti? Beş, yirmi? Otuz beş? Sessizlik yazarın kafasının içinde bir uğultuya dönüşüyor.
Kafasını tekrar ekrana çevirdi. Az evvel tartışma programının olduğu kanalda bu kez bir son dakika haberi vardı. Yazar, televizyonun sesini tekrar açtı. Heyecanlı bir spiker, haber kanalının çatısından, binanın birkaç kilometre arkasında yer alan havaalanını gösteriyordu. Havaalanına iniş için sıraya girmiş uçakların bir kısmı alana hızlı bir şekilde yaklaşıyor, daha arkadaki uçaklar ise denizin üzerinden pikeler yaparak sağa sola savruluyordu. “Yetkililere ulaşamıyoruz ancak hava alanında çalışan bazı yakın dostlarımızdan aldığımız bilgilere göre şu an havadaki hiçbir uçağın motoru çalışmıyor sayın seyirciler! İnişe yakın olanların, deneyimli kaptanların yönetiminde olabilecek en az hasarla inmeleri için mücadeleleri sürüyor ancak yerden beş ila on kilometre yükseklikte bulunan uçaklar için bir yorum yapamıyoruz. Birkaç dakika önce, iki uçağın piste çakılırcasına indiğini ifade eden haber kaynaklarımız, uçakların hiçbirinde yangın ya da patlama meydana gelmediğini şaşkınlıkla ifade ediyorlar.” Spiker kameramana, çatının diğer tarafına geçerken ona eşlik etmesini işaret etti. Binanın hemen önünde yer alan şehirlerarası caddeyi göstererek; “Burada da ayrı bir hikaye var sayın seyirciler. Havaalanına inemeyecek bazı uçakların caddelere yönlendirilmesi planı da gördüğünüz üzere asla gerçekleştirilemeyecek gibi görünüyor.”
Kamera caddeye döndüğünde, metropol hayatına alışkın herkesin aşina olduğu bir sahne söz konusuydu. Her biri beşer şeritten, gidiş dönüş on şeridin hareket dahi etmeyen arabalarla dolu olduğu, kornaların susmak bilmediği ve hatta bazı sürücülerin araçlarından çıktığı şu malum ‘trafik çilesi’ sahnelerinden biri. Ama bu kez kornalar susmuştu. Neredeyse bütün şoförler araçlarından çıkmış, şaşkın bir şekilde etraflarını seyrediyorlardı. Elektrikli motorsikletler hariç yolda tek bir hareket dahi yoktu. Spiker, halan titreyen sesiyle haberi sunmayı sürdürüyordu. “Evet sevgili izleyiciler, aşağıda görmüş olduğunuz bu sahneye pek çoğunuz aşinadır, ilerlemeyen trafik… Ancak bu kez durum farklı zira bu araçların hemen hiçbirinin motoru çalışmıyor. Burada, trafik zaten saatte 10 kilometrenin üzerine çıkmadığı için ciddi bir kaza görünmüyor ancak şehrin diğer bölgeleri için aynı durum söz konusu değil maalesef…”
Yazar, hızla kanalı değiştirdi. Kanalların her birinde ‘son dakika’ altyazıları akıyordu. Yabancı haber kanallarını açtığında orada da durum aynıydı. Başlangıçta bir elektronik terör saldırısı ihtimali üzerinde durulsa da tüm dünyadan benzer haberlerin geliyor olması hem habercileri hem de bilirkişileri, bu açıklanamaz durumda sessiz kalmaya mecbur bırakıyordu.
Uçaklar ve arabalar söz konusu olduğunda bir anda fark edildiği düşünülen durum, pek çok şehirde gerçekleşen elektrik kesintileriyle ilk başta ilişkilendirilemese de basit bir akıl yürütme, her şeyi ufak ufak aydınlatmaya başladı. Televizyon kanallarının birinde genç bir spiker, yanında bulunan adama mikrofonu uzattı, ekranda adamın ismi ve soy ismi yanında unvanı yazıyordu; Termik Santral başmühendisi. Saçları kırlaşmış ve duruşundan epey bir sıkıntılı olduğu anlaşılan adam önce gırtlağını temizledi sonra da tane tane konuşmaya başladı. “Şehrin genelinde gerçekleşen elektrik kesintileri ile ilgili bu açıklamayı yapmayı elzem buluyoruz. Bugün saat 18.00 itibari ile santralimiz genelinde hiçbir işlem yapamıyoruz. Basit bir şekilde açıklamaya çalışacağım, santralde yer alan kazanlarımızı belirttiğimiz saatten itibaren maalesef kullanamıyoruz. Tüm ateşleme sistemlerini tekrar tekrar kontrol etmemize rağmen herhangi bir teknik hataya rastlayamadık ancak kazanların hepsi söndü ve ne yaparsak yapalım tekrar yanmalarını sağlayamadık. Aslında şu anki gündem ile de bir bağlantısı olabileceğini düşünüyoruz. Bunu ekranda söylemem ne kadar doğru bilmiyorum ama ekip olarak çok zorlandık, aramızdan bir kaçı sigara içmek için dışarı çıktığında aynı durumu onlar da yaşadılar. Ne çakmak ne de kibrit, hiçbir şekilde ateş elde edemediler. Haberlerde uçak ve arabalarla ilgili zikredilen konunun da bununla bağlantılı olduğunu düşünüyorum. Ateş yoksa, çalışan motor da yok…”
Yazar, dişleri arasında çiğnediği sigarasını parmakları arasına aldı. Filtresi dişlenmiş ve ıslanmış haline bakarak derin bir nefes aldı. Yaklaşık yarım saattir verdiği mücadele şimdi anlam kazanmaya başlamıştı. Düşen uçaklar, sönen onlarca kazan, hareket edemeyen arabalar ve karanlığa gömülmüş belki de milyonlarca insanı düşününce kendi mücadelesi oldukça komik gelmeye başlamıştı.
Kanalları gezmeye devam etti. Tüm bunların bir düş olabileceğini düşünüp kendini çimdikledi. Hayır, uyanıktı ve izlediklerinin hepsi gerçekti. Termik santral başmühendisinin açıklaması hemen hemen herkesi ikna etmeye yetmişti. Bu arada, elektriğini yine termik santrallerden alan pek çok televizyon kanalı yayınlarını başka kentler üzerinden sürdürmeye başlamıştı. Benzinli jeneratörler de onları yüz üstü bırakmıştı. Haber kanalları bu kez açıklamanın doğruluğunu test edercesine konularını gündelik yaşama kaydırmaya başladı. Kimisinde sokakta bir muhabir, elindeki çakmağı yakmaya çalışıyor, kimisinde ise devasa demir çelik fabrikalarının kazanları gösteriliyordu. Bazı kanallar ise yılın on iki ayı aktif yanardağlardan birinin tepesine çıkmış, bir zamanlar alev nehri olan simsiyah kayalıkların üzerinde yürüyordu.
Sönmüş lavların gösterildiği kanalda kalakaldı önce. Koskoca yerkürenin merkezinde yüzyıllardır yanan ateşin sönmesi… İşte bu büyük bir sıkıntıydı. Aklından olası bütün mevsimsel ve coğrafi sonuçları geçirdi. Milenyumun on beşinci yılında buz çağına mı dönülecekti? Dünya, bu yeni döneme nasıl hazırlayacaktı kendini? Tüm bu teknoloji, bilgi, nasıl bir yaşam formu kuracaktı yer kürenin üzerinde? Bu yeni dünyada kimler yer alabilecekti peki? Filmlerden, kitaplardan aşina olduğu tüm o kıyamet sahnelerinde bu ayrıcalık yalnızca seçkinlere tanınırken bu kez sistem nasıl işleyecekti? Şu an, bulunduğu yarım küre yaz aylarını yaşıyordu. Peki kış gelince ne olacaktı? Elektrikli ısıtıcılar, klimalar, soğuk belasını; elektrikli ocaklar ve fırınlar yemek derdini biraz olsun hafifletebilir miydi?
Rüzgâr ve güneş panelleri, hidroelektrik santralleri ile elektrik elde edenler için durum daha az acınasıydı. Peki ya çadırının önünde yanan ateşi olmayınca soğuktan, açlıktan ölüme mahkûm olacak binlerce insan? Evsizler, mülteciler, daha geçen hafta büyük bir deprem yaşayan falanca ülkenin çadırlarda yaşayan vatandaşları? Üstelik deli gibi de kar bastırmıştı depremin hemen ardından.
Yazar başını iki elinin arasına alıp yüzünü dizlerinin üzerine kapattı. Düşüncelerini duymak istemezmişçesine kulaklarını kapatıp nefesini kontrol altına almaya çalıştı. Olan bitenin bir açıklaması olmalıydı. Tüm bunların bir sebebi olmalıydı. Ateş, öyle aklına estiği gibi çekip gidemezdi. Bunun bilimsel, felsefi, tinsel ya da herhangi bir şeysel anlamı olmalıydı! Aklına, ölümün bilinmeyen bir sebeple uğramayı reddettiği bir ülke üzerine yazılmış bir kitap geldi. Ölüm, bir sebep belirtmeden altı ay boyunca bu insanların canını almayı reddetmiş, ülke tam anlamıyla bir kaosa sürüklenmişti. Acaba ateşin de böyle bir karar vermesi muhtemel miydi?
Düşüncesine güldü, güldü, attığı kahkahalar yüzünden gözlerinden akan yaşları silene dek güldü. Bir anda aklına yazısı geldi. Hala sonuç paragrafını yazmadığı ama metnin cümle cümle aklında olduğu yazısı… Cümleleri kafasından bir kez daha tararken bir tanesinde durdu. Zihnini geri sardı ve o cümleyi bir kez daha tekrarladı. Sonra bir kez daha… Cümleyi, her kelimesine bir duaymışçasına vurgu yaparak, harflerin dudaklarından ve gırtlağından çıkışına itinayla dikkat ederek sesli bir şekilde tekrarladı. Donuklaşmış bakışlarında bir şimşek çaktı. O cümle! Yazmamıştı ama aklındaydı. Belki de tüm bunların sebebi oydu!
Şaşkınlıkla etrafında bakarken gözü yine ekrana takıldı. Ekranda kocaman harfler ve ünlemlerle aynen şöyle yazıyordu; “Tüm dünyada zoraki ‘Ateşkes’!!!”
Ekrandaki yazı, zekice bir kelime oyununa benziyordu zira yazının hemen ardından ekranda beliren, üzerinde kurşungeçirmez yeleği ve kafasındaki kaskıyla bir muhabir, arkasındaki yıkık binaların arasından heyecanla mikrofonuna haykırıyordu; “Evet sayın seyirciler, günlerdir çok yoğun çatışmaların yaşandığı bu bölgeden sizlere haberler ulaştırıyoruz. Bildiğiniz üzere burada her gün, yarısından fazlası kadın ve çocuk olmak üzere yüzlerce insan ölüyordu. Silah ve bomba seslerinin gece gündüz demeden bir saniye bile susmadığı şehirde yaklaşık yarım saattir inanılmaz bir olaya şahit oluyoruz. Evet, bu bölge için mucize sayılabilecek bir durumla karşı karşıyayız. Son bir saattir burada tek bir silah ya da patlama sesi gerçekleşmedi. İlk birkaç dakika bu durumun farkına varamadık ancak burada, cephelerde savaşan yakınlarının olduğunu iddia eden kişilerden aldığımız bilgilere göre bugün saat 18:00 itibari ile tek bir tabanca bile ateş almamış. Bu durumu teyid etmek için çatışan cephelerden birine geldik ve olaya kendi gözlerimizle de şahit olduk. Yayıncılık ilkelerimiz sebebiyle ekranda silah göstermemeye azami bir ihtimam gösteriyoruz ancak şu an bu mucizeyi sizlerle paylaşmak durumundayım. Şimdi mikrofonumu bırakarak canlı yayında size bunu göstermek istiyoruz” dedi, mikrofonunu yere koydu, eline bir tabanca alarak içindeki şarjörü çıkarıp kameraya gösterdi, emniyetini açtığı silahı havaya kaldırdı, tetiği çekti, “tık”… Tabancayı yerine bırakan muhabir bu kez yanına çağırdığı ve elinde otomatik bir silah olan kişiyi, yüzünü göstermeden kameraya yaklaştırdı. Yüzü görünmeyen adam, silahtan sarkan şarjörü ve emniyetini kameraya iyice yaklaştırdıktan sonra uzak bir noktayı hedefleyip tetiğe bastı. Şarjör, şerit halinde silahın namlusundan geçti ve her bir mermi ‘tık, tık, tık’ sesleri eşliğinde yere düştü. Muhabir bu kez eline aldığı mikrofonla ağır bir silahın yanına yöneldi. Kameraman da onu takip ediyordu. Tek bir seferde koskoca bir duvarı yıkabilecek kapasitede olduğu anlaşılan ağır makineli silah da aynı şekilde ekranda denendi ve sonuç aynıydı. Silahların hiçbiri ateşlenmiyordu. Muhabir tekrar konuşmaya başladı; “Birazdan kamera ve ekipmanlarımızın şarjları bitebilir ama bu önemli, bu tarihi ana şahit olun istedik sayın seyirciler. Normalde, şu anda dünyanın pek çok yerinde, her dakika insanların öldüğü savaşlar, çatışmalar yaşanıyor olacaktı. Ama burada sizin de şahit olduğunuz üzere artık hiçbir silah, patlayıcı çalışmıyor.”
Muhabir gözlerini kameranın ortasına sabitledi, yazar ve muhabir sanki kamera ve ekran aradan çekilmişçesine birbirlerine bakmaya başladı. Aynı anda ikisinin de dudaklarından dökülen cümle, şüphesiz ki yazarın yazısında kilitlenip kaldığı, muhabirin de yazarın zihnini okumuşçasına ona bakarak sarf ettiği cümleydi; “Her ne kadar ateşin hayatımızı sürdürmek adına büyük bir öneme sahip olduğunu kabul etsek de, savaşlarla cehenneme çevirdiğimiz dünyanın biraz olsun durulabilmesi için bu ‘ateşkes’e ihtiyacımız olduğunu ifade etmeden geçemeyeceğim.”
Yazar, kumandayı yere bıraktı. Şükretmekle isyan etmek arasında sıkışmış bir ruh haliyle, gözlerini kapatıp saatlerdir yazdığı makalenin kapanışı için kafasında dolanan cümleleri içinden tekrar etti. Ağzındaki sigaradan bir nefes çeker gibi, gözleri kapalı halde derin bir nefes aldı. Gözlerini tekrar açıp yazının başındaki birkaç imla hatasını düzeltti. Cümleler son halleri ile aklında, fısıldayan dilindeydi. Hazırdı. Gözlerini ekrandan ayırmadan masasının köşesindeki muma uzandı…
14 Eylül 2015 – Trabzon & İstanbul 02:20
asli.