Buraya kim bilir kaçıncı gelişim…
Nasıl da canlanıyor her hali hafızamda. Çayını nasıl içer? Sigarasını nasıl sarar? Kitabının sayfalarını çevirişi bile hala aynı… Ya da son gördüğümde aynıydı.
Etrafına bakınırken fark ediyor beni. Bakışlarımı gizlemeliyim, kendimi belki de… Beni tanıyabilir mi? Yıllar önceki halimden eser var mı ki hala?
Gözlerime bakardı dakikalarca, gözlerim hala eskisi gibi mi bakıyor ona? Hissedebiliyor mu?
Ona söyleyemediğim her şey gözlerimde yazılı bir kitap gibi duruyor mu acaba? Şu an da onları okuyabilir mi?
Son nefesimi verirken tek bir dileğim vardı;
“Ey tanrı! Sana ne kadar inanmasam da, eğer varsan, beni onu ilk tanıdığım yıllara geri gönder… Onu tanıdığım ama ondan kaçtığım o aptal yıllarıma… Onu kendimden olabildiğince uzaklaştırmaya çalıştığım o beyhude yıllarıma geri gönder. Bir an ya da bir yıl, fark etmez… Onu uzaktan izleyip neyi kaybettiğimi seyredeyim saatlerce. Benim cehennemim de bu olsun, ne olur?”
Tanrı duymuş dualarımı… İşte artık buradayım. Başka hiçbir yerde değil ama burada. Kainat sonlanana dek bu zaman aralığına sıkışmış durumdayım.
İşte yine geliyor. Kulağında kulaklığı, gözlüklerini gözünden sıyırıp yerleştiriyor kafasının üzerine. Şurada boş bir masa var. Oturdu… Çayını söyleyecek şimdi; “Açık olsun, her zamanki gibi”
Etrafına bakındı, beni gördü, kim bilir kaç milyonuncu kez ama farkımda değil. Telefonuna baktı bir süre ve çantasından bir kitap çıkardı. Çayına atacağı şekeri ikiye böldü önce, atıp karıştırdı. Sonra tabakasını çıkarıp sigarasını sarmaya başladı. Çay soğuyor, zaten sıcak içemez hiç. Bir daha baktı telefonuna. Bir mesaj bekledi, nafile… Yüzü asıldı. O istediği cevabı atmadım çünkü, biliyorum… hiç atmazdım ki…
Çantasından çıkardığı kitabı açıp okumaya başlıyor ama aklı hala telefonda. Arada bir kontrol ediyor. Yok…
Sayfaları arasında kaybolurken kitabın, gözü telefona kayıyor yine. Ekranda bir bildirim olsa gerek. Hoş bir tebessüm dudaklarında. Hemen okumak istemiyor, belli… Ama dayanamıyor, ne zaman dayandı ki zaten? Gözleri yeniden benim olduğum tarafa kayıyor. Bir mesaj daha geliyor o anda. Şanslıyım, ya da belki şans dediğim şey bugün düşündüğümden daha farklıydı o zamanlar. Telefonu eline alıyor. Yüzündeki gülümseme yerini acı bir ifadeye bırakıyor. Ne yazmışım şimdi kim bilir. Kitabını kapatıyor önce sonra soğumuş çayından bir yudum alıyor. Sigarasını yakıyor gözlerinden iki damla yaş süzülürken. Ne düşünüyor acaba şu anda, neler hissediyor bilemiyorum. Çaresiz, üzgün ve bir o kadar da öfkeli. Bakışlarından okuyorum. Nasıl da sevmiş beni! Ah aptal ben. Şu an karşısında olup da görmüş olsaydım halini, acaba yine yazar mıydım yine aynı şeyleri?
Sevgilim, beni en çok sevenim…
Seni tanıdığım günlere dönmeyi dilememle yeniden tanıdım seni. Sen hala otuzlarında yalnız bir kadın, ben ellileri devirmiş bir adam. İki masa ötende oturmuş, otuzlu yaşlarımdaki benle muhatap olan seni izliyorum.
Yanına gelmek istiyorum.
Sana sarılmak, senden özür dilemek, sana yalvarmak istiyorum “bırak şu serseriyi, hayatını mahvedecek, görmüyor musun?” diye haykırarak.
Ama ne fayda… öyle aşıksın ki o günkü bana…
Hıçkırıklarını saklamaya çabalarken yanımdan geçip gidiyorsun.
Ben ise uzatamıyorum ellerimi sana.
Çünkü ne zaman denesem, eğreti takım elbisesi ve korkunç topuzuyla o kadın yanıma gelip anı dondurarak aynı cümleyi söylüyor; “Beyefendi, kontrat şartları gereği kayıplarınızla fiziksel temas kurmanız yasaktır. Lütfen zorluk çıkarmayın.”
Ve sonra yeniden geri dönüyorum o sahneye. Başın dizlerimin üstünde, yüzünde huzurlu bir tebessüm, nefes almayan bedenin, kaskatı kesilmiş avuçlarının içinde tuttuğun fotoğrafımla sana bakan ben.
Yirmi yıldır bu anın içinde hapsedilen ben.
İşte… Yeniden…
Uzaktan görüyorum seni, kulağında sevdiğin bir müzik, gözlüklerini gözünden sıyırıp başının üstüne tutturuyorsun.
Karşımdaki masa boş… Ah ne olur oraya otursan da doya doya seyretsem yüzünü…
Sevgili Yazar.. Son öykünüz Yazıtlar’a baş tacı olmuş. Kurgunuz kalbimi titretti. Kaleminize sağlık. Hiç sevgisiz kalmayasınız…
Teşekkür ederim, çok zarifsiniz…