Aşk ve Taharet Musluğu

Bu yazıyı önce telefonda yazmaya başladım ama sonra bileğim ağırdı. Bu detayı da niye verdim bilmiyorum. Biraz fazla detaycı olduğum ve hatta bununla insanları bezdirdiğim doğrudur.

Ortaokula geçtiğim sene olsa gerek. Henüz ergenliğin çiçekli yollarında koşturmaya başlamamışım. Benim ergenlik dönemim 25’ten sonra başladığı için o dönem embriyo kıvamında bir çocuğum. Ama hatırladığım tek şey var; deli gibi aşığım. Yine benim gibi bir çocuk var ve aklımda ondan başka hiçbir şey yok. Sadece onu görsem, saatlerce konuşsak, çiçeklerden taç yapsak, gülsek, koşsak… Tüm ömrümü o mutluluk içinde geçirebilirim. Her günümü her anımı günlüğüme yazıyorum. Sanırım unutmamak için ya da hiç sırdaşım olamadığından. Derken bir gün anneannemleyim. Ne yaptığımızı hatırlamıyorum ama içimden şöyle geçiriyorum; “Anneannem görmüş geçirmiş bir kadın. Hem insanlar birileriyle evleneceklerinde hep gelip ondan yardım istiyorlar, bir nevi köyün çöpçatanı… Benim halimden anlasa anlasa o anlar.”  İçimde o kadar büyümüş ki anlatamadıklarım lafa nasıl gireceğimi bilmiyorum. Sanki anneanneme anlatınca o her şeyi çözecek ve ben âşık olduğum çocuktan hiç ayrılmayacağım.

“Anneanne” dedim, sesimde bir yoklama titremesi.

“Ha gızum?”

“Anneanne, ben aşık oldum…”

Şimdi o anın detaylarını tam hatırlamasam da beklentilerim şu yöndeydi “oy benum gızum büyümüş de aşık mı olmuş?” ve bunu takiben biraz torun şımartmaca ve biraz da akıl vermece.

Bu beklenendi…

Peki, ne oldu?

“Aşuk mi olduun? Daha g*tünüzdeki boku yıkamaktan haberunuz yok, aşuk olmuş!”

Bu gürlemeyle karışık cümle odanın her bir tahtasında çınlayıp kafama harf harf çakılmakla meşgulken kaçtım oradan. Nereye gittim, ağladım mı ne yaptım bilmiyorum. “kime” diye bile sormamıştı. Hiç de hayal ettiğim gibi şımartılmadım da… Peki neden?

O an sadece çok kırıldığımı hatırlıyorum. Anneannemin gözünde ben henüz âşık olabilecek kapasitede değildim. İnsan tabii ki bu yaşta âşık olacaktı, elli yaşında mı âşık olacaktım yani? O elli yaşındaydı, hayatından bezmiş duruyordu kimi zaman. O mu âşık olabilirdi ben mi allahınıseversen?

Hem ne alakası vardı taharetle aşkın? Diğer şehir çocukları gibi de değildik biz! Gayet de alaturka tuvalet kullanmayı da biliyorduk. Ama gel de bunu anlat şimdi. Şaka yollu annemle babama “ha bu çocuklara da hiçbir şey öğretmeyisunuz” deyip hemen ardından annemin, benim yaşımdayken evi çekip çevirebildiği, ahırdaki hayvanların, tarlaların, kışın yakılacak odunun sorumluluğunu nasıl omuzlarında taşıdığı hususuna gelirdi ki aklım almazdı. 12-13 yaşında bir çocuk, sabah erkenden inekleri doyurup sütlerini sağacak, sonra evi temizleyip yemek pişirecek, sırtında sepetiyle karşı dağlardan ot – odun kesip kardeşleriyle eve taşıyacak. Ve hatta tarladan topladığı patates, lahana, mısırlardan, yaptığı peynirlerden bir çuval hazırlayıp yayladaki annesine gönderecek.

O dönem bana fantastik gelen bu hikâye çok dönmüştür kafamda. Anneannemin, o dönem beni hüngür hüngür ağlatıp gururuma dokunan lafını 35’imde anlamak nasipmiş.

Kastettiği ben değildim bir başına. Kendi yetiştirdiği evladın yetiştirdiği, ekmek elden su gölden – aman okusunlar başka bir şey lazım değil, ben yaparım her şeyini, odasını da toplarım yeter ki çalışsın  –  ana kuzusu yaşayan ve gittikçe daha da beceriksizleşen neslimizdi ona batan.

“Biz yine iyiyiz bizden beterleri de var” demeye dilim varmıyor. Bırak yemek yapıp tarlaya gitmeyi, kendi hayatlarımızın sorumluluğunu almaya bile üşenen insanlar olduk. Nerede kaldı ki başkasının sorumluluğu!

İşimiz gücümüz gereksiz bunalım yaratıp hayatlarımızın mütemadiyen içine etmek oldu. Önce kendi hayatımızın içine ettik, sonra ailemizin sonra bize güvenen ya da bizi seven herkesin hayatının içine ettik. İtinayla… Hiç birini atlamadık. Birisi bizi sürekli arıyor mu? Biz onu aramayı kestik. “Nasıl olsa arar” dedik. İş yerinde iş yapmak ağır mı geldi? Hemen işi bıraktık. Anne-babamız bir şey mi istedi? Erteledik. Sevgiliye bir mektup, bir çiçek, evde yapılmış bir keki düşünmeye vaktimiz olmadı. Hem o gitsin, daha iyisi var. Elini sallasan ellisi; ellisini de b*k ettik.

Bize bir adım yaklaşana biz de bir adım atmak yerine “acaba yine gelir mi?” diye geri geri gittik. Bir geldi, iki geldi sonra o da “Eeh! Başlarım adımına da” deyip döndü geri. Bu kez de “İşte bak! Gerçekten gelmeye niyeti yokmuş” diye bunalımlarımıza geri döndük.

İnsanız, doğamız gereği etrafımızda ne varsa içine etmekte üstümüze yok. Burası tartışmasız… Ama, aynı insan, o b*ku temizlemeye de muktedir; isterse!

Aşık olmak, birini sevmek, ona hem aidiyetini hem de sahipliğini hissettirmekten ibaret değil işte. Kırdığını tamir etmek, dayanmak, sabretmek, yanında olmak, beraberce hayatınızın içine ettiğinizi fark ettiğiniz an el ele işe girişebilmek, “o bana gelsin, ben ona gitmeyeyeyim” egolarından sıyrılabilmek.

“Daha g*tünüzdeki boku yıkamaktan haberiniz yok” derken anneannem bunların hepsini de kastetmiş olabilir. Hiç birini de. Belki de “Ulan aşk maşk diyorsun, bundan 50-60 sene sonra o aşığk olduğun adam yatalak olduğunda başında burnunu tutmadan durabilecek misin?” de demiş olabilir. Kimse bunları göze alıp yaşamıyor artık. Yaşayan varsa da çok yakınımda değil anlaşılan.

Karşılaştığı ilk zorlukta kaçanlar olarak o aşk bizi hiç bulmayacak…

Photo Credit: Unknown (If anyone knows the artist please let me know)

Aşk ve Taharet Musluğu” için bir yorum

  1. Harika bir yazı Aslı hanım. “Eeh başlarım adımına” diye geri gitmeyince de çok iyi bir sonuç çıkmıyor inanın. ilişkiler kapitalist bir işletme gibi.. Bir taraf diğer tarafı teslim almakla, egemen olmakla harcıyor enerjisini.. Ne kadar adım atsanız sizi o kadar çok mülk ediniyor karşı taraf..

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir